Unutmayalım :
İsveçli çevre aktivisti Greta Thunberg’in, İsrail’de gözaltında kaldığı süre boyunca “suya erişemedik, insanlar hastalandı, bizi kafeslere koyup gazla öldüreceklerini söylediler” açıklaması, sadece bir bireyin yaşadığı travmayı değil, uluslararası hukukun geldiği acı noktayı gözler önüne seriyor.
Dünyanın neresinde olursa olsun, bir insanın yaşam hakkı, işkence ve kötü muamele yasağı mutlak koruma altındadır.
Bu haklar, hiçbir “güvenlik” gerekçesiyle askıya alınamaz.
Ne olağanüstü hâl, ne savaş, ne terör iddiası…
Hiçbiri insanın temel varlık hakkını ortadan kaldırmaz.
Uluslararası sözleşmeler, özellikle 1949 Cenevre Sözleşmeleri ve Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Sözleşmesi, bu konuda nettir:
• Esir ya da tutuklu kişiler, insan onuruna uygun koşullarda tutulmak zorundadır.
• Su, sağlık hizmeti, beslenme ve temel ihtiyaçlara erişim, insanlık hukukunun en asgari yükümlülükleridir.
• Her türlü fiziki veya psikolojik şiddet, doğrudan insanlığa karşı suçtur.
Bugün yaşananlar, bir devletin güvenlik politikası değil; hukukun sınırlarını zorlayan sistematik bir hak ihlali zinciridir.
Ve ne yazık ki uluslararası toplum, bu ihlallere karşı yine “endişe” bildirmekle yetinmektedir.
Endişe, hiçbir çocuğun hayatını kurtarmaz.
Endişe, hiçbir işkence izini silmez.
Endişe, hukuku ayağa kaldırmaz.
Dünya, insan hakları hukukunu sadece “teorik bir değer” olmaktan çıkarmalıdır.
Eğer uluslararası sistem, güçlü olanın her eylemini görmezden gelip güçsüzün feryadına kulak tıkıyorsa, orada artık hukuk değil, çifte standart vardır.
Greta Thunberg’in tanıklığı, sadece bir anının değil, insanlık hukukunun suskunluğunun belgesidir.
Bir bireyin yaşadığı zulüm, bütün insanlığın hukukunu ilgilendirir.
Çünkü hukuk susarsa, insanlık da susar.