İnsan, yaşamında çizdiği yolda ilerlerken, yolun sonunu göremediği gibi yolda karşılaşacağı tümsekleri, çukurları da göremez. Nitekim kendisini bu çukurlara hazırlamadığında, onlarla karşı karşıya geldiği vakit, hayatının darbesiyle karşılaşmış muamelesi yapar ve muhakemesi de anında başlar.

Yol insanı eğitir.

Nasıl mı?

İşte bu çıkan çukurlarla, tümseklerle.

Hava güneşli diye aldanıp yağmura verdiği savaşla…

“Hayat, fırtınada sığınak bulmak değil, yağmurda dans etmeyi öğrenmektir” diyor ya Kenyon; kaç kişi dans etmeyi deniyor?

Anın büyüsüne kapılmaktan ziyade, anın gerekliliklerine odaklanılır.

Anın büyüsü de kaybolur. Kaybolunca “değerini bilemedik” cümleleri yer alır.

İnsan bulunduğu zaman diliminde geçmişe özlem duyar. İçinde bulunduğu vakti ise geçmişin özlemiyle ilgilenirken yitirir. Ve bir sonraki zaman dilimi geldiğinde, hayıflandığı zamanın pişmanlığına yenik düşer. Böylece bu kısır döngü devam eder.

Bu zaman kaymasına, zamanın aldatılışına neden değindim açıklayayım:

Zaman diyoruz, acımasız diyoruz. Bir şekilde terk ediyor diyoruz.

Elimizden kayanlara hayıflanıyoruz. Günün sonunda kaybettiğimizde anlıyoruz.

Peki, kişi kendi zararlarının pişmanlığını yaşarken; bir de hayatında yer alan insanların darbelerinden sonra ne oluyor?

Kendi dünyasında başlattığı savaşta mücadele verirken; üzerine hayatına dâhil ettiklerinin savaşına da maruz kalıyor.

Yapılan haksızlıklar, ihanetler, suçlamalar, yalanlar, kayırmalar, ön yargılar beraberinde geliyor.

Birey, her ne kadar kendi savaşında başarılı olursa olsun, birinin gelip ruhunu zedeleyecek bir hamlede bulunması, kılıç kesiğinden daha derin bir yara açar.

Zaten hayatta ne için mücadele ediyoruz?

Yalnızca kazanç sağlamak için mi?

Peki ya manevi değerlerimiz?

Onlar elimizden alınırsa ne olur?

Cengiz Aytmatov’un, Gün Olur Asra Bedel eserinde şöyle der:

Asıl mesele de bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsin. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürürlerse işte buna çare yoktur…”

**

Tüm bunların toplamı zaman kaymasına neden olur.

Ve zamanın değerini anlamayıp, zamanın aldatılışıyla birlikte dış etkenler de içerisine dâhil olduğunda çığ katlanarak büyür.

Zamanı kaydırmamanın çözümü nedir?

Her saliseye sahip çıkmak, pişmanlığı dakikalara yansıtmamak, dönüşümün anahtarını yutup iç dünyanın kilidini; geleceğe açmamak…

Yeterli mi?

Değil!

Tırnak ile et arasındaki boşluğa sığacak anıların sonsuzluğunda cebelleşirken, yeni bir son yaratmamak adına susarak anlatmak…

Sessizliğin de eğlenceye dâhil olduğunu kavramak, bilinç akışına bir tebessüm çakmak…

Nitekim yara almamak için, güçlü kalmayı başarabilmek.

Zamansallığın içinde gel-gitlerin suyuna kapılmamak…

***

Ruh öldüğünde çare yok diyor ya Aytmatov, düşünsenize bir hayatta en çok istediğin, en tepeye koyduğun hayale darbe aldın, nasıl hissedersin?

Son saatlerini yaşayan bir kelebeğin çırpınışları kadar saftır; hayali olan bireyin iç dünyası.

O dünya zedelendiği vakit, hayaller hücreye kapatılır.

İlmek ilmek dokuduğunuz düşlerinize kelepçe vurulur.

Karanlıkta savrulur.

Derken; karanlığı yenecek bir neden oluşur.

Ve içeriye giren ışığın adı; umut olur.

Yeniden inşa etmenin tek çaresi budur.

**

Sana bir soru:

Bir cinayet, yalnızca nefese son vermek midir?

Bir insanın ruhunu öldürmek de cinayete dâhil değil midir?