Bundan 4,6 milyar yıl kadar önce güneş sistemimiz oluşumunu tamamladığında dünyamız hiç de dostane bir yer değildi. Bu durum yoğun bir sera etkisine neden olmuştu. Gezegenimiz kelimenin tam anlamıyla yanıyordu. Bu koşullarda hiçbir canlı organizmanın hayatta kalması mümkün değildi. Zamanla dünya soğudu; 4 milyar yıl kadar önce buhar haldeki su sıvılaştı ve dünya üzerinde hayat belirdi. Ama önce ,katil mikropların kökeninin ve evriminin izini sürmek, bu mikropların nasıl yayılıp vücutlarımızı ele geçirdiklerini ve bağışıklık sistemimizin bu istilaya nasıl cevap verdiğini inceleyeceğiz.

Aslında hayatın toprağın derinliklerindeki mikroplarla birlikte başlamış olması mümkün mü?

Yaklaşık 3 milyar yıl boyunca dünya bakterilere aitti, her yana dağılarak yeryüzünün dört bir köşesini işgal etmişlerdi. Oksijen dünyanın atmosferinde yavaş yavaş birikmeye başladı.

Bakteriler dünyaya yerleşen ilk mikroplar olmakla birlikte tek değildiler. Ama tam olarak nasıl ve ne zaman ortaya çıktıkları bilinmiyor. Yani virüsler belli koşullara ihtiyaç duyan parazitlerdir ve ancak konakçılarının hücrelerini sabote ettikten sonra canlanırlar. İnsanın içine girdikten sonra hücreyi bir virüs üretimi fabrikasına dönüştürürler. Mikropların bir milyondan fazla türü vardır ve çoğu zararsız ortam mikroplarıdır. Bunlar soluduğumuz havada ,içtiğimiz suda ve yediğimiz yiyeceklerde mevcuttur. Deniz suyunun her mililitresinde en az bir milyon bakteri vardır. Deniz virüsleri ve bu bakterileri enfekte edip sayılarını kontrol altında tutar. Her bir mililitre suda yaklaşık 100 milyon virüs bulunur, bu da okyanuslar da ise muazzam bir sayıya tekabül eder. Çok küçük olmakla birlikte uç uca eklenirlerse 10 milyon ışık yılı veya galaksinin çapının 100 katı gibi uzunluğa erişirler. Her birimiz toplam 1 kilo ağırlığında olan 10 mikrop taşırız. Bu sayı vücudumuzdaki hücrelerin sayısının on katıdır. Bu güne kadar sindirim sistemimizde ,bizi muhtemelen daha tehlikeli mikropların saldırısına karşı koruyan ,sindirimimize yardımcı olan ve bağışıklık sistemimizi uyaran 400’den fazla türde mikrop tespit edilmiştir. Bu mikroplar biz sağlıklı olduğumuz sürece zararsızdır. Ama bir ameliyat yarasından geçerek dokularımızı istila etmeyi başardıklarında çok kötü enfeksiyonlara sebep olabilirler.

Var olan milyonlarca mikrop türünün yalnızca küçük bir yüzdesinin insanlarda hastalığa neden olduğunu biliniyor.

Her ne kadar biz göremesek de vücudumuzda bir sürü mikroorganizma yaşamaktadır. Örneğin aynaya yaklaşıp derinize yakından baktığınızda, oldukça düzgün bir cilt görseniz de aslında derinizin üzerinde binlerce mikroorganizma bulunmaktadır. Eğer çok yüksek çözünürlüklü gözlerimiz olsaydı ve ağzımızın içine bir göz atsa bilseydik, daha net anlayabilirdik. Burada önemli olan ve öğrenmemiz gereken mevzulardan biride şudur. Her bölgenin kendine özgü bir mikrobiyotası vardır. Bu konuyu ele alalım ve ilk önce vücudumuzu inceleyelim. Zira ne zaman bir yerde mikrop kelimesi geçse , insanların aklına oldukça çirkin ve bir o kadar da zararlı canlılar gelmektedir. Sanki bu canlıların tek derdi insana zarar vermekmiş gibi algılanıyor. Burada şunu belirtelim tüm mikroplar kötü değildir. Bu minik canlıların bize bir çok faydaları bulunmaktadır. Ama kıymeti insanlar tarafından pek bilinmez.

Peki, insanlar neden bu konuda bu kadar önyargılıdırlar? Aslında her şey mikroskobun keşfiyle başladı. Bu enteresan alet sayesinde bir takım küçük canlıların dünyasına çok daha yakından bakma şansı bulduk. Gördüklerimizde haklı olarak biz insanları epey şaşırttı. İnsanoğlunun bu minik canlılara açtığı savaş başlamış ve günümüzde ve hala devam etmektedir. İnsanoğlunun bu savaştaki en büyük gücü antibiyotikler ve temizlik malzemeleri olmuştur.

Tüm bu bilgiler bize şunu göstermektedir; söz konusu temizlik olduğunda ,bakterileri kökünden yok etmek pekte iyi bir fikir değildir. Zira bu bakterilerin %95 ‘inin bize bir zararı bulunmamaktadır. Bu minik canlılar vücudumuzun birçok bölgesinde bulunmakla beraber, mikrobiyotamızın neredeyse %95’i temel anlamda bağırsaklarımızda yaşamaktadır. Hani insanoğlu olarak sürekli bir merak içindeyiz ya devasa evrenimizde yalnız mıyız diye. Oysa bırakın bu evreni, kendi vücudumuzda bile yalnız değiliz. Muazzam sayıda olan bu canlılar vücudumuzda fazlaca yer kaplamaktadır.

Aslında tüm mikrobiyotamızı bir poşete koysak ve tartsak ,tartımızın göstergesinde yaklaşık 1,5 kilogram gibi bir sonuç görürsünüz. Şimdi içinizden bazıları ben 80 kiloluk adamım, 1,5 kilogram mikrop mu beni yönetecek diyebilirsiniz. Eğer böyle bir düşünceniz varsa beynimizin de sadece 1,4 kilogram civarında olduğunu size hatırlatmak isterim. Yani mikrobiyotamız ile beynimiz neredeyse aynı ağırlıkta sayılır.

Peki, bu mikroorganizmalar neden bu kadar önemli?

Devam edelim vücudumuza giren ilk bakteri kimdir? Nereden gelmiştir? Vücudumuz meydana gelirken onlarda yapımıza mı katılmıştır?

Vücudumuzdaki ilk bakteri kimdir sorusuna dönersek ,cevabımız artık oldukça nettir. Vücudumuz bakterilerle ilk tanıştığı an ,doğum anımızdır. O nedenle ,vücudumuzdaki ilk bakterinin kim olacağını nasıl doğdunuz belirler.

Gelin o zaman hep beraber bu bakterilerin günlük hayatlarımıza nasıl etki ettiklerini inceleyelim. Sabah kalktığınızda kendinizi anlamsız bir şekilde mutlu ve dinç mi hissettiniz? Ya da akşam minibüs ile eve doğru yolculuk yaparken bir anda içinizde bir huzursuzluk mu belirdi? Belki de tüm hafta sonu yataktan çıkmamanıza rağmen pazartesiye inanılmaz yoğun başladınız. Ya da yaşlandığınız için artık çok kolay yoruluyorsunuz. Bu ve benzeri durumların bağırsaklarınızda yaşayabilecek bir grup minik canlı ile alakalı olabileceğini ihtimalini asla göz ardı etmeyiniz.

Peki, bu minnacık şeyler nasıl oluyor da koskoca insanları kontrol edebiliyorlar? Dışarıdan bakıldığında saçma gibi görünse de bu canlılar beyni etkileyen önemli bir yolak ve nörotransmitterler ile çok yakın ilişki içindedirler. Hatırlayacağınız üzere dopamin ve serotonin gibi kimyasal maddeler beynimizdeki ödül merkezine gittiğinde mutlu oluyorduk. Hatta dopaminin hastasıydık ve bize dopamin salgılatan şeylerin bağımlısı haline geliyorduk. Bu kadar hasta olduğumuz dopaminin yarısı, serotoninin ise çok büyük bir kısmı Bağırsaklarda üretildiğinden, bu minik canlılar, koskoca bizleri kontrol edebilmektedir. Çünkü zaaflarımızı çok iyi bilirler ve istediklerini yaptırana kadar bu zaaflarımızı sonuna kadar sömürürler.

Şunu da belirtmeliyim kim olduğumuz ,nelerden hoşlandığımız, ve kendinizi nasıl hissettiğiniz, gibi birçok önemli meseleler, mikobiyotanız ile doğrudan ilgilidir. Bilim insanlarının tüm bakterilerin kötü niyetli olmadıklarını ilk fark ettikleri nokta, vitaminleri araştırdıkları dönemde ortaya çıkmıştır. 1980 yılında ,insandaki dokularda B12 vitamininin oldukça önemli olduğu fark edilmiştir. B12 vitamini vücudumuza birçok katkıda bulunmaktadır. Bazıları ise hayatımızı kâbusa çevirebilir.

Bazı TV programlarında, sosyal medyada ki paylaşımlarda veya iki kişinin bir araya gelerek tartıştıkları sohbetlerinde şöyle söylentiler kesin karşınıza çıkmıştır:

Büyük ve bir o kadar gizli güçler bazı gizli laboratuvarlarda ,insanlığı yok edecek virüsler ,bakteriler vs. üretiyorlarmış. Aslına bakarsanız bu söylentilerin doğru ya da yanlış olmasının çok bir önemi yok, çünkü sıradan insanlar olarak hep birlikte yaptığımız şey tam olarak budur. Yani gizli güçler olarak düşündüğümüz bu kişilerden birinin siz olma ihtimali oldukça yüksektir.

Öncelikle şunu unutmamak gerekir ki sevgili insanoğlu ,sen yokken bile bakteriler bu topraklarda varlığını sürdürüyorlardı. Muhtemelen insanlık yok olduktan sonra da bu topraklar üzerinde yaşamaya devam edeceklerdir. Kendi vücudumuzda bile, sizden çok daha fazla sayıda bulunan mikroorganizmaların, tüm gezegen üzerindeki toplam sayılarını hesaplamaya zamanımız ve gücümüz yetmez. Bakteriler kendi iç dünyasında oldukça karışıktır. Birbirleriyle sürekli mücadele söz konusudur. Bakterilerin insana bakış açılarını incelediğimizde, bir grup bakterilerin insandan nefret ettiğini ve her defasında bunu kanıtlamak için elinden geldiğini yaptığını görürsünüz.

Peki, insanlığın antibiyotikler tanışması nasıl olmuştur? Aslına bakarsanız antibiyotiklerin keşfinden önce çeşitli enfeksiyon sonucu ölüm vakaları oldukça fazlaydı. Her ne kadar antibiyotik modern insanın buluşu gibi gözükse geçmişten bu yana insanlarca bir şekilde kullanılmış. Örneğin Antik Yunanda iltihap yaralarının tedavisinde küflü ekmek kullanılmış. Babil’li doktorların gözlerin iyileşmesinde kullandığı ekşimiş süt ve kurbağa safrası karışımından oluşan bir ilacın varlığından söz eden eserler bulunmaktadır. Bu konuda verilecek örnekler çok olmakla beraber,1870li yıllarda bilim insanları ,özellikle küflü ortamlarda başka bakterilerin yetişemediğini ve küfün antibakteriyel bir özelliğe sahip olabileceğini tespit etmişlerdir. Ama en önemli keşif ,1928 yılında Sair Alexander Fleming tarafından gerçekleştirilmiştir. Penicillium notatum adlı küf mantarından elde ettiği penisilin maddesi insanlık tarihi için çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Penisilinin keşfinden sonra bakterilere karşı kullanılabilecek başka keşifler ortaya çıkmış ve 1940’lı yıllarda, Selman Waksman adlı bilim insanı tarafından bakterileri öldüren ilaçların tümüne antibiyotik adı verilmiştir. Bakterilere yeryüzünde var oldukları günden bu yana gördükleri en büyük darbeyi vurmuştur. Ama bunu bakteriler hiç unutmamışlardır. Hani bir söz vardır beni öldürmeyen güçlendirir diye burada yaşanan durumda tam anlamıyla bu söze uygun olup her yeni girişimde karşımıza daha dirençli bakteriler, virüsler çıkmaktadır.

Ülkemizde antibiyotik kullanımı konusunda 42 ülkenin 2016 verilerine göre antibiyotik kullanımında ne yazık ki ülkemiz birinci sıradadır. Gereksiz kullandığımız her bir antibiyotik, bir sonraki enfeksiyonda karşımıza daha yüksek bir fatura olarak çıkmaktadır. Dr. kontrolü haricinde antibiyotik kullanmayın.

Enerji krizi, temiz su yokluğu, hava, deniz ve toprak kirliliği, biyo çeşitliliğin yok olması ile birlikte bitki ve hayvan türlerinin yok olması, Ozon tabakasının delinmesi, küresel ısınma, aşırı nüfus artışı bu potansiyel felaketlere ek olarak ortaya çıkan mikropların artışında da kilit rol oynuyor.

Aslında bu mikropların viral olarak salgına dönüşmesi bizim ekolojiye dönük aç gözlülüğümüzden kaynaklı, yani mikropları üzerimize çeken biziz.

Hatta şu cümlelerin arasında coronavirus bulaşmış olabilir. Siz bu incelemeyi okurken kanınıza bile karışmış olabilir virüsler. En yıkıcı salgının aslında insan türü olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

Son söz olarak evren belli kurallar içerisinde dönmektedir. Bu alanda herkesin bir görevi vardır. Bu görev Allah tarafından verilmiştir. Ve biz insan olarak dokunmamamız gereken ve bizim yetkimizin dışındaki yapılara dokunduğumuzda ise bu virüsleri aktif hale getiriyoruz maalesef bu da insan olarak bizi çok etkilemektedir.

İNSAN OLARAK DOĞUYORUZ. MİKROP OLARAK ÖLÜYORUZ…

MİKROPLAR OLMADAN KOSKOCA BİR HİÇİZ.

Saygılarımla / Ömer Kantemür / İstanbul Times