Miraç Kandili’ni kutlamanın bahtiyarlığını yaşıyoruz…

Bu mübarek geceye ilişkin, daha önce yazdığım bir yazıyı tekrarlamak istiyorum. Bazı yazılar vardır yıllar geçse de güncelliğini korur. Aşağıda okuyacağınız, “Mescid-i Aksa’da geçirdiğim iki saatlik” bir zamanı anlatan bu yazı da, işte güncelliğini uzun süre kaybetmeyecek yazı türünden…
***

Yıl 1997, Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nde çalışırken bir spor kulübünden, İsrail’in Maccabi Tel Aviv’le yapacakları basketbol maçını haber amaçlı izlemek için davet faksı gelmişti. Özellikle talip oldum ve yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra Tel Aviv Havaalanı’na indik. Havaalanından konaklayacağımız otele gidene kadar gördüğüm yerler, otomobiller oldukça dikkatimi çekti. İsrail sanki küçük bir Amerika gibi, çevre düzenlemesi son derece iyi yapılmış yollar geniş ve araçların hepsi gıcır gıcır idi...
 

Otele yerleştikten bir süre sonra gazeteci arkadaşlarla Tel Aviv’i dolaşmaya başladık. Tel Aviv, ülkenin batısında, Akdeniz kıyısında kurulu modern bir kent. Amerika’da, Avrupa’da ne ararsanız Tel Aviv’de bulabilirsiniz, tek bir şey hariç; İslamiyet’in izlerini. Hiç göremedim zaten, görmeyi de beklemiyordum. Asıl görmek istediğim Mescid-i Aksa idi…

Gazeteci arkadaşlarla anlaştık, ertesi gün sabah Kudüs’e gidecektik.

Gece o heyecanla uyudum. Sabah kalktığımda arkadaşlarımı aradım ancak onlar Tel Aviv’de gezmeye devam edeceklerini söylediler. Yalnız gitmeye karar verdim. Çünkü her şeyin çok pahalı olduğu bu ülkeye bir daha gelmem çok zor görünüyordu...

İSRAİL GENÇLERİ KUDÜS’Ü BİLMİYOR

Resepsiyona indiğimde Kudüs’e nasıl gideceğimi sordum. Tabiri caizse Tarzanca çat-pat İngilizce ile derdimi söylemeye çalıştım. Bir yerlere gitme isteğimi anlatabilmiştim ancak, bu yerin neresi olduğunu resepsiyondaki gençler anlamamıştı. O sırada 50 yaşlarında bir bayan yanımdan geçerken Türk olduğumu fark ederek benimle Türkçe konuşmaya başladı. Kendisinin de Yahudi asıllı Türk olduğunu ve İsrail Devleti’nin kurulmasından birkaç yıl sonra İstanbul’dan İsrail’e göç ettiğini söyledi. O bayan, özellikle genç neslin Kudüs’ü bilmediğini ve bu nedenle nereye gitme isteğimi anlayamadıklarını belirtti…
 

1948 yılında kurulan İsrail Devleti 1950 yılından itibaren Kudüs’ü başkent ilan etmiş ancak Kudüs, uluslararası düzeyde de tanınmamıştı. Bu yüzden olacak ki genç nesil Kudüs’ü, ‘Jerusalem’ olarak biliyor…

Bayanın tarifi ile Kudüs’e gitmek için otelden ayrıldım ancak bu kez başka bir zorlukla karşılaştım. Şehir içi ulaşım hizmetlerinde greve gidilmişti. Ne taksi nede dolmuş çalışmıyordu. Kudüs, Tel Aviv’e yaklaşık 70-80 kilometre idi. Ancak otogara gitmem için de yaklaşık bir saat yürümem gerekiyordu. 5-6 saat sonra ise Tel Aviv’ de olmalıydım. Çünkü söz konusu maçı izleyip Türkiye’ye haber geçecektim…

Her şeyi göze aldım ve yürüyerek otogara doğru yola çıktım. Otogarda hiç zaman kaybetmedim. Sık aralıklarla Kudüs’e sefer vardı. Kudüs’e ulaştıktan sonra otogardan şehir içi otobüse binmem gerekiyordu. “Mescid-i Aksa” dememle derdimi anlatabildim. Onların tabiriyle “El Aksa”ya başka bir otobüsle hareket ettim. Buraya kadar İsrail’in her tarafı modern bir kent görünümündeydi. Ancak Kudüs’ün doğusuna doğru gittikçe şehrin görünümü değişiyordu.

Aklıma İstanbul’un, bir tarafında “orta direk” semti Şirinevler, diğer tarafında hayat standardı yüksek insanların yaşadığı Ataköy’ün bulunduğu E-5 karayolu geldi.

Mescid-i Aksa’ya yaklaştıkça insanların teni ve giyimleri de değişmişti. Bir pazarın yanından geçerken kendimi bir an memleketim Şanlıurfa’daymış gibi hissettim. Müslümanların yoğun olduğu Doğu Kudüs’te sanki hizmet durmuştu. Dikkati çeken başka bir unsur da, ‘‘haham’’ denilen, görünüş yani seç ve giyim itibariyle farklı ve dinlerine bağlı Yahudilerin bölgede çoğunlukta olmasıydı.

Biraz sonra bu insanların bölgeye kendileri için kutsal sayılan “Ağlama Duvarı”na dua etmek için geldiklerini örgendim…

MUHTEŞEM KUBBE

Otobüsten son durakta indiğimde gözüme ilk çarpan Kubbet-üs Sahra oldu. Ön planda Ağlama Duvarı olmasına rağmen Hacer-i Muallak’ın (boşluktaki taş) bulunduğu Kubbet-üs Sahra’nın o muhteşem kubbesi hemen dikkat çekiyordu…

Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmek için İsrail askerlerinin nöbet tuttuğu bir kapıdan içeri girmek gerekiyordu.

Merak etmeyin! Mavi Marmara Gemisi’ndeki gibi bir şiddete maruz kalmadım. O zamanlar Türkiye-İsrail arasındaki ilişki şimdiki gibi limoni değildi. Dolayısıyla askerlere “Türk ve gazeteci” olduğumu söyleyince sorun çıkarılmadan içeriye alındım. İçeride de, bahçede oturan İsrail askerlerinin yanlarından geçerek önce Kubbet-üs Sahra’ya gittim…

Kapıda Müslüman görevliler duruyordu. Fotoğraf makinesini görünce, bana içerde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söylediler. Kubbet-üs Sahra’yı Star TV’de Saadettin Teksoy’un programında izlemiştim. Aynı değerleri canlı, çıplak gözle izlemek çok farklı bir duygu. 18x13,5 metre büyüklüğündeki Muallak Taşı’nı izlerken, Peygamber Efendimizin(S.A.V) yaşadığı Mirac Mucizesi’ni düşündüm. Taşın kenar kısımları yan duvarlara yapışık ancak altta ve üstte boşluklar vardı. Namazımı kıldım ve Kubbet-üs Sahra’dan ayrılırken görevlilerle ayaküstü sohbet ettim.

Görevlilerden birisi hemen içerdeki mermi izlerini göstererek ‘‘bunları İsrail askerleri yaptı’’ dedi. Diğeri ise, Türkiye’ye İsrail Devlet ile ilişkilerini geliştirdiği için kırgın olduklarını söyledi. Ben de, Türkiye’nin bütün kalbiyle onlarla birlikte olduğunu, Filistinlilerin, Türkleri yanlış anladığını söylemeye çalıştım. Bilmiyorum inandıra bildim mi? Ancak onlarla buruk bir şekilde vedalaştım…

HIÇKIRARAK AĞLADIM

Sonra Kubbet-üs Sahra’ya yaklaşık 100 metre uzaklıktaki Mescid-i Aksa’ya gittim. Yine kapıda bulunanlar benden fotoğraf çekmememi istediler.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed(S.A.V), Mirac mucizesinden ya önce ya da sonra Mescid-i Aksa’da namaz kılmıştı. Namaz kıldığı yere yaklaştım Peygamber Efendimizin (S.A.V) namaz kıldığı yerin bir adım gerisinde durdum, tam namaz kılacaktım ama birden bire hıçkırarak ağlamaya başladım. Kendimi tutamıyordum. Belki de insanların yanında ilk defa hıçkırarak sesli bir şekilde ağlıyordum. Oturdum, doyuncaya kadar ağladım. Hiç kimsenin garibine gitmiyordu, çünkü oradaki bütün insanlar hemen hemen aynı duyguyu yaşıyordu...

Hayatım boyunca unutamayacağım 2 saatlik zaman dilimi daralıyordu ve oldukça duygu yüklenmiştim. Ama ayrılmak zorundaydım. Bu kutsal yerlere bir daha gelme ihtimalim ‘yok’ denecek kadar azdı. Dönüp dönüp bakarak yürüdüm. Son fotoğraflarımı çektim. Otobüsle uzaklaşana kadar gözerimi bu kutsal yerlerden ayıramadım. Bir süre sonra Mescid-i Aksa ve Kubbet-üs Sahra’nın görüntüsü kayboldu. Ancak oraları da, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescidi Kuba gibi kalbime kazıdım…

Miraç Kandiliniz kutlu olsun…

İstanbul Times  / Müslüm Aktürk