İşte O Röportaj

İlk olarak sizleri tanımak isteriz Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Ben 1934 yılında İstanbul'un Karagümrük semtinde doğdum. Çeşitli okullarda okudum. İstanbul Erkek Lisesi'ni bitirdim. Bir süre Türkoloji okudum sonra Cumhuriyet gazetesinde düzeltmenlik olarak görev yaptım. 25 yıla yakın bir süre Cumhuriyet gazetesinde çalıştım.1967'de şair Sennur Sezer ile evlendim. İki çocuğumuz oldu biri kız Ayşe diğer oğlan ise Ahmet Emre oldu. Ondan sonra Yazko'da çalıştım. Gösteri dergisine yazı işleri müdürlüğü yaptım.1974'de yazarlar Sendikası'nın kuruluşunda çalıştım. On beş sene burada genel sekreterlik yaptım ve şu anda burada genel başkan olarak görev yapıyorum. Yazarlığım ise 1980 sonrasında emekli oldum ama yazarlıktan emekli olunmuyor hala yazmaya devam ediyorum.

Yazmaya nasıl başladınız? Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Yazmak sizin için ne ifade ediyor bize bunlardan bahseder misiniz?

Ben yazmaya sanıyorum ortaokulun son sınıflarında özellikle Ömer Seyfettin öykülerine özenerek kendi öykülerimi yazmaya başladım. Ama asıl yazmaya İstanbul Erkek Lisesine girdiğim zaman yazdım. Hocam bize bir ödev vermişti ve İstanbul'un herhangi bir anıtını kompozisyon olarak yazacaksınız demişti. Ben de o zaman yaşadığım semt olan Karagümrük olduğuna göre surları seçtim ve surları yazdım. Surların etrafındaki yaşamı, onların bugünkü halini, orada yaşayan insanları anlatan bir kompozisyon kaleme aldım. Bu yazım hocam tarafından çok beğenildi, sınıfta örnek olarak okutuldu ve ondan sonra öykü yazmaya devam ettim. Öykü için aslında her yazar kendini ifade etmek için yazar ama kendini ifade ederken bile kendini ifade edemeyenlerin de hayallerini, düşlerini, düşüncelerini yazması önemlidir.

Sizler 50 kuşağı öykücülerindensiniz. Bizlere 50 Kuşağı öykücüleri içerisindeki yeriniz için neler söyleyebilirsiniz? Ve birazda o dönemin öykücülüğünden bahsedebilir misiniz?

Şimdi bu 50 kuşağı çok ilginç bir olgudur. Bu kuşağın ortaya çıkışı edebiyat açısından gerçeği yeniden tanımlamak gerçekliği yeniden yapılandırmak gibi özgün bir düşüncesi vardır. Bu kuşak yeni bir oluşumdu. Bu kuşak kendinden önceki edebiyatın basmakalıplığına karsı çıkmıştır. Yani 50 kuşağı hem siyasal iktidara hem de edebiyatın iktidarlarmış basmakalıplığına karşı çıkarak ortaya çıkmıştır.

Gündelik hayatın öykülerinize etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Öykülerinizde ne kadar yer tuttuğunu düşünüyorsunuz?

Benim bütün öykülerimde gündelik hayat önemlidir. Çünkü benim öyküye başlamamın tek nedeni şudur; Böyle işçi mahallelerinde yaşayan insanların çoğu okuma yazma bilmiyorlardı. Ama bu insanlar yaşananların farkında idiler. Kendilerinin yoksulluklarını, yoksunluklarını ya da üstlerine gelen siyasal baskıların hepsini farkındaydılar. Ama bunu ifade etme durumları yoktu. Ayrıca bu insanların bu baskılar dışında birçok hayalleri, düşleri bir gelecek umutları vardı. Ben öykü yazmaya başladığımda onların ifade edemediklerini hem yoksulluklarını hem yoksunluklarını ifade etmek hem de görüşlerini, düşüncelerini ifade etmek için öykü yazmaya çalıştım. Hala kendini ifade edemeyen insanların öyküleri beni daha çok çekiyor. Özellikle İstanbul'un kent ve insan çatışmasının nerelerde karşılaştığını ve bu savaşı anlatan öyküler yazıyorum. Böylece bir İstanbul öykücüsü olarak biliniyorum.

Seçilmiş hikâyeler, a, yeni a, Yazko Çeviri, Yazko Edebiyat, Hürriyet Gösteri gibi dergilerde Türk edebiyatında etkin rol alan süreli yayınlarda öyküleriniz yayınlandı. Bu yayınlar, sanatınız üzerinde nasıl gelişmeler sağladı?

Benim de Bu dergilerde yazdığım yazılar önemli bir etki sağladı çünkü o dergilerde çıkan öyküler bir süre sonra kitaplaştılar. Örneğin 'a' dergisinde benim yazdığım Öyküler 1960'ta Panayır diye ilk kitabımın çıkmasına zemin hazırladı. Dergilerde yazılan yazılar kitaplaşarak öykü kitapları haline geldi. Bu öykü kitaplarının etkileri çok geniş oldu. Bunlar üzerinde üç tez yapıldı ve iki tanesi kitaplaştırıldı.

1974'te ve1980' de birincisi kominizim propagandası ikincisi sendikacılık faaliyetleri hakkında olmak üzere yargılandığınızı ve ikisinden de beraat ettiğinizi bir konuşmanızda söylemiştiniz. Bu doğrultuda edebiyat ve siyaset hakkındaki düşüncelerinizi bizlerle paylaşır mısınız?

Bu olay aslında çok ilginçtir. O zaman ‘yeni a’ dergisini çıkarıyorduk. 1971 muhtırasının getirdiği o baskılara karşı, kültürel bir karşı çıkış olarak dergi yayınlamaya başladık.1974'de yeni a dergisinde ben Sabah Ajansı diye bir yazı yazdım. O dönemde genel bir af kanunu çıkarılmıştı o af kanunu ile bütün adli suçlular affedilip fikir ve düşünce suçluları affedilmemişti. O yüzden ben bu yazıyı yazdım. Bir takım üniversiteliler hapishanedeydi, bir süre önce Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edilmişti. Ben sadece bu yazımda bütün katilleri affediyorsunuz ama yarın öbür gün doktor, mühendis, öğretmen olacak bu öğrencileri, gençleri affetmiyorsunuz bu ne biçim af yasasıdır şeklinde bir yazı yazdım. Bu yüzden beni komünistleri övmekten komünizmi övme suçundan yargıladılar. Yani tabii ki edebiyatta toplumsal gerçeklerin, siyasal baskıların edebi türlerde geçmesi doğaldır. Siyasal olayların edebiyata geçmesi bu tanıklığı getirir. Zaten 50 kuşağının da bir diğer önemi bu döneme tanıklık etmiş olmasıdır.

Aslında siz edebiyatı bir bütün olarak görüyorsunuz çocuk, genç, yaşlı diye bir ayrım yapmıyorsunuz fakat çocuklar için yazmış olduğunuz çok güzel eserler var. Biz buradan yola çıkarak sizlere çocuklar için yazmanın önemi nedir desek?

Bir defa okumayı artırmak ve çocukların hayallerini, düşlerini geliştirerek düşünce yapılarını daha etin hale getirmek önemlidir. Onun için küçük büyük ayrımı yapmadığımı söylüyorum. Sadece çocuklara daha masalsı anlatmak gerekir. Bu yüzden edebiyatın bana göre küçüğü büyüğü yok edebiyat herkes için tek olup herkes için aynıdır.

Yazmış olduğunuz pek çok eserde ekonomik, siyasal, toplumsal eşitsizliklerin getirdiği adaletsizliğe, haksızlığa vurgu yaptığınızı ve bu çizgi üzerinde eserler verdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Evet, söyleyebiliriz çünkü daha önce de söylediğim gibi benim özellikle üzerinde durduğum kendini ifade edemeyen insanların ifadesini ortaya koyduğum için bu çelişkileri, ilişkileri öykülerimde anlatma gereği duydum.

Ben biraz eserlerinizin, edebiyatçı kimliğinizin dışında ve çok da ilgimi çeken bir soru sormak istiyorum. Bizlere ve izleyenlerimize hayat arkadaşınız olan Sennur Sezer ile karşılaşmanızı ve evlenme hikâyenizi paylaşır mısınız?

Sennur Sezer'i ben 1960 yılında tanıdım. Onlar 60 kuşağıydılar. Aralarında çok değerli isimler vardı. Ben Sennur Sezer'" sadece şiirlerinden biliyordum onu tanımıyordum.1960 yılında benim Panayır adlı kitabım çıktığı zaman Sennur Doğan Hızlan'a rastlamış. Ve ona bu yazarın öykülerini çok beğendim demiş. Doğan Hızlan ise Sennur'a gel seni hemen o yazara götüreyim tanıştırayım demiş. Sonra beraber yanıma geldiler. Odaya Doğan hayranınız diye bir kız getirdi. 17 yaşında, esmer, biraz etine dolgun güzel bir kızdı. Ben o zaman 25 yaşındaydım. Böyle yanıma bir hayranımın gelmesi çok hoşuma gitti. Sonra oturduk hemen konuşmaya başladık bu sırada hikâye kitabım yeni çıktığı için çekmecede hikâye kitaplarımdan bir kitap çıkardım ve size imzalayayım dedim. O ise bana gerek yok ben sizin kitabınızı alıp çoktan okudum ve bitirdim dedi. Ben tam kitabı alırken o bana dursun orada kalsın dedi. Neden diye sorduğumda onu kız kardeşime imzalayacaksınız dedi. Tanışmamız böyle oldu. Sonra biz çok dost ve arkadaş olduk. Bizim Yenikapı'da bir kahvemiz vardı ve orada toplanırdık. Bizim dostluğumuz öyle 1966 yılına kadar sürdü. Sonra ben askerden döndüm. Ben askerden dönüşünde onun yanına uğramamışım ve Sennur'dan bir haber geldi. O bana Adnan Özyalçıner bu Varlık dergisinin önünden geçmesin yoksa kafasına saksı atarım demiş. Ben çok şaşırdım ve hatta yanına gidip konuştum daha sonra bizim duygusal ilişkimiz başladı. Arkadaşlığımızın üzerine evliliğimiz çok sağlam bir evlilik oldu. Yani biz hem yaşamsal hem edebiyatsal bir birliktelik yaşadık.

Sizin eserlerinizde biz okuyucuların karşısına genelde İstanbul çıkıyor. Sizin İstanbul ile ilgili eserlerinizde(İstanbul Anıtları) çarpık değişimleri, kentleşmeleri görüyoruz bu değişimler hakkında neler düşünüyorsunuz?

Bir defa İstanbul çok büyük bir yıkıma uğradı. Hatta benim ‘Yıkım Günleri’ diye de bir öyküm var. Daha Menderes döneminden başlayan o yıkım günleri hala devam ediyor. Önce o Vatan Caddesinin açılışıyla olan yıkım günleri oradan itibaren sürüyor. İstanbul'un bütün meselesi coğrafyasının değişmesidir. İstanbul biliyorsunuz ki bir tepeler şehridir. Ama yalnız sur içi Yeditepe için bahsetmiyorum. İstanbul hep tepelerle bezelidir. Onun için İstanbul silueti o tepelerle var oluyor. Eskiden bu çoğu yatay binaların arasına çıkan dikit büyük binalar, kuleler bu tepeleri yok etti. Şimdi İstanbul'u tepe olarak göremezsiniz sadece kule olarak görüyorsunuz. İstanbul'un bir defa silueti bozuldu. Yani coğrafyası ortadan kalktı. Bir takım eski yapıların yıkılması ile tarihi ortadan kalkmış oldu. Asıl olarak yaşam kültürü ortadan kalktı. Yıkım için aslında altından çekilen o temelin altında bütün bunlar yok oluyor. Yani İstanbul yok oluyor. Bizim Sennur ile beraber "Yok Olan İstanbul" diye bir kitabımız var. Ben o kitapta bütün bunları yazdım.

Bir yazar bireyci de olsa toplumcu da olsa insan-yaşam ilişkisini hiçbir zaman göz ardı etmemeli şeklinde bir konuşmanızda çok güzel bir noktaya değindiğinizi gördüm. Ben bu cümlenizi biraz daha açıp, detaylı olarak dinlemek isterim.

Ben öykülere veya romanlara bakarken toplumcu ya da bireyci diye bakmıyorum. İnsanın yaşamla olan ilişkisini anlatmış mı diye bakıyorum. İnsanın toplumsal çelişkilerle olan ilişkisinden söz etmiş mi diye ona bakıyorum. Eğer bunu anlatmışsa zaten toplumcu veya bireyci olmasının hiçbir önemi yok. Yalnız kendini anlatıyorsa, kendi iç dökümünü veriyorsa bireycidir. İnsan ile kent ile yaşananlar ile çelişkilerle bir şeyleri anlatıyorsa O yazar gerçek bir yazardır.

Siz ilk öyküleriniz ile bugünkü öyküleriniz arasında neyin değişip neyin değişmediğini ya da nerden nereye geldiğinizi düşünüyorsunuz?

Vallahi ilk öykülerimde bu gerçeği yeniden yaratmak, yapılandırmak ve tek boyutlu gerçeklik yerine çok boyutlu gerçekçiliği ortaya koyma açısından epey çalışmalar yaptım. Daha önce belki çok fazla ayrıntıların getirdiği bir genişleme oldu. Ama o ilk öykülerden sonra bu gerçeklikte olan genişleme ve derinleşme sade bir anlatımla yalın bir Türkçe ile anlatıma dönüştü. Önemli olan ise önce dil yani yalın bir dilin gerekliliğidir.

Siz, insanların savaşsız, sömürüsüz bir dünyada insanca yaşamasını, insana da, yaşama da sevgi duyulmasını istediğinizi ve yalnızca sevginin bizi yaşatacak olduğundan bahsediyorsunuz. Buradan yola çıkarak Sayın Özyalçıner hümanist bir bakış açısıyla dünyaya bakıyor ve eserlerine bunu yansıtıyor diyebilir miyiz?

Gayet tabii ki çok doğru söylüyorsunuz. Genelde bu insancıl bakış açısı yazarlarda benim etkilendiğim bir durumdur. Çünkü tabii ki kardeşliğin, barışın, özgürlüğün bir arada olduğu ve demokrasinin bizi yönlendirdiği ve insanca yaşamanın gerekli olduğu bir dünya isteyeceğiz. Tabii ki eşit olan bir paylaşımı isteyeceğiz. İnsanlar, emekçiler uygarlığı yaratırlar. Yani biz kendi emeklerimiz ile bu uygarlığı yaratıyoruz fakat bu uygarlıktan eşit pay alamıyoruz. Önemli olan bu yarattığımız uygarlığın güzelliklerinden ve zenginliklerinden eşit olarak pay alabilmektir. İstanbul'un biz bütün güzelliklerini ve zenginliklerini eşitçe paylaşabiliyor muyuz? Hayır, maalesef paylaşamıyoruz. İşte benim bütün amacım bu yarattığımız uygarlığın güzelliklerini hep birlikte paylaşmaktır.

Türk Dili Dergisi'nin 1975 yılının temmuz ayında yayımlanan Türk Öykücülüğü Özel Sayısı'nda Selim İleri, sizler için "Özyalçıner, daha çok okuru zorlandırmayı amaçlıyor bence.” Şeklinde bir saplantıda bulunmuştu. Siz bu yorum için bizlere neler söyleyebilirsiniz?

Bu yorum bence tamamen yanlıştır. Zorlamayı belki şu anlamda söylemiş olabilir. Bu gerçekçilikteki derinleşmenin ve bu gerçekçiliği yeni boyutlandırmanın çok boyutlu bir gerçekçiliğe dönüştürürken yapılan bir takım anlatımların belki ona zor geldiği olabilir. Ama ben böyle bir zorluğun olmadığını çok iyi biliyorum. Daha önce de söylediğim gibi yalın bir dil, yalın bir anlatımın benim öykülerimde olduğu gayet açıktır. Benim ilk öykülerimin yayınlandığı sırada Nurullah Ataç güncesinde bir yazı yazmıştı. "Karagümrük'te 13 Dergisi diye gençler bir dergi çıkarıyorlar. Dergiyi okudum ama çok beğenmedim yalnız içlerinden Bay Adnan Özyalçıner diye bir yazar var. Onun öyküsünü okurken bırakamadım. Türkçe konusunda çok iyi olduğunu söyleyebilirim ve bu öyküsünün geleceğinin çok iyi olduğuna inanıyorum." Şeklinde benim hakkımda o güncesinde böyle bir yazısı var. Selim İleri'nin söyledikleriyle ne kadar çeliştiği ortadadır.

Sizlerin ilk eserlerinizde varoluşçuluk felsefesinin izlerini görüyoruz. Bu felsefeyle yazmanızın temel bir nedeni var mıydı? Varsa nelerdi? Bunu bizler ile paylaşır mısınız?

Hayır, temel bir nedeni yoktu. Varoluşçuluk insanın kendini tanımlayabilmesi, kendinin toplum içindeki durumunu kavrayabilmesi açısından önemli bulduğum bir akımdı. Varoluşçuluk 50 kuşağı döneminde yaygın bir düşünceydi. Ama ben dediğim gibi insanın kendisini tanıması ile ele aldım. Ama bunun içinde yabancılaşmayı daha toplumsal bir plana taşıyarak yani varoluşçuluktan daha Marksist yabancılaşmaya geçen bir durumum oldu. Evet, beni etkiledi ve kendimi tanımam, insanı tanımam açısından yani bunun toplumsal olarak söylem biçimine dile getirmem açısından beni etkiledi diyebilirim.

Pek çok ödül almış bir yazar olarak "ödül" hakkında neler söylersiniz? Bir yazarın popüler olması şöhret peşinde koşması gibi durumların siz de karşılığı nedir?

Ödül aslında bir yazar için bir anlamda tanıtıcı bir faktördür. Ve ödül o yazara bir takım sorumluluklar yükler. Ödül aldığınız zaman bundan sonraki yazacaklarınız oy ödüle layık olabilecek mi? Diye düşünülür. Yazarı tanıtma açısından dediğim gibi önemlidir. Dediğiniz gibi popülerliğe ve bugün olan çok satmasında pek etkisi yoktur. Bu çok satması sermayenin ürettiği bir şeydir.

Bugünkü Türk öykücüğü hakkında neler düşünüyorsunuz ve edebiyata hevesli, okuyan, bir şeyler de yazan ya da içlerinde yazma isteği olan gençlere neler tavsiye edersiniz?

Türk öykücülüğü bence başlangıçtan bugüne çok önemli aşamalardan geçerek belli bir düzeye ulaşmıştır. Bence dünya içindeki öykücülük arasında önemli bir yeri olmalıdır. Fakat çevirisi çok fazla olmadığı için dünya öykücülüğü içinde bizim öykücüğümüzün sesi çok duyulmuyor. Aslında duyulması gereken bir öykücülüğümüz var. Her aşamada yeni yeni şeyler kazanan ve gelişen bir yanı vardır. Yeni gelen yazarlarla daha fazla gelişeceğine inanıyorum. Genç yazarların bence iyi okumaları ve okuduklarını irdeleyerek okumaları gerekmektedir. Diyelim ki bir Sait Faik okuyorsa Sait Faik bunu nasıl anlatmış ona bakmalıdır. Ne anlattığına bakmak gibi nasıl anlattığına bakmakta edebiyatta çok önemlidir. Onun için öyle bakarlar ve öyle okurlarsa ve başlangıçtan beri öykücüğü takip ederek izlerlerse kendilerinden katılacakları düşünceleri ancak o zaman katabilirler.

Edebiyat dünyasında gördüğünüz en bariz sorun nedir? Bu soruna ne gibi bir çözüm önerisi sunulabilir?

Bir defa edebiyatı edebiyat olarak sürdürmek önemlidir. Yani insanla, toplumla birlikte sürdürmek önemlidir. Bunun dışında olan edebiyat daha fanteziye kaçan, pornoya kaçan, çok satmak için alabildiğine duygu sömürüsü yapan edebiyat olmaktan çıkıyor. Bunun Dışında edebiyatın kendisi asıl insanla, mekânla zamanla ilişkili olan ve anlatan edebiyat her zaman için geçerli ve sürmelidir.

Ve son olarak bu röportaja ekstradan bir şeyler eklemek isterseniz o ne olurdu?

Her şeyi konuştuk gibi geliyor ben sizlere çok teşekkür ediyorum.

Kaynak: İstanbul Times Haber Ajansı (İTHA)

Editör: TE Bilisim