İlk olarak sizleri tanımak isteriz Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Hoş geldiniz hanım kızım, tabi insanların kendilerinden bahsetmesi çok uygun değil bizim geleneğimizde sanatkârlar kendilerini çok öne çıkarmazlar. Örneğin naçizane, bendeniz gibi kullanırız cümleleri. Benim babam Elazığlı, Kemaliye doğumluyum. Annem ise Malatyalı. Ben liseyi Anadolu'da bitirdim. İstanbul'a geldim. Kırk yıl adliye hizmetinde çalıştıktan sonra bir hukuk dairesinde emekli oldum. Çalıştığım yıllarda sanatla, edebiyatla, fikirle, düşünceyle çok fazla haşir neşir oldum. Çok fazla kitap karıştırdım. Üç beş defa kütüphane kurup dağıttım. İşte bugünlere geldik.

Yazmaya nasıl başladınız? Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Yazmak sizin için ne ifade ediyor bize bunlardan bahseder misiniz?

Yazmak hadi ben yazacağım demekle olmaz. Hadi ben dükkân açıyorum demek gibi yazılmaz. Bir iç dürtü gelecek ve sizi bir şey yoklayacak. Gürbüz Azak bir gün anlatmıştı, güzel sanatlarda okurken bizden on yaş büyük biri aramıza katılıp öğrenci oldu dedi. Adam evlenmiş, üniversiteyi bitirmiş, hayata atılmış, bir meslek sahibi olmuş ve tekrar dönüp gelmiş güzel sanatlarda mimarlık okuyor. Sonra dedi ki hocam niye geç kaldınız ne oldu o da içimde olan sesi yeni işittim demiş. Yazmak aynı böyle içindeki sesi işitmektir. Bunun farkına varırsınız. Çocukluk yıllarındaydı Arapgirli ozan Fehmi Gür vardı. O böyle görme engelli olduğu için destan, güzel şiirler yazardı. Malatya Belediyesi onun şiirlerini kitap olarak yayınladı. Onunla tanıştığımda on, on bir yaşlarında falandım. Onun yazdığı destanları yüksek ses ile okuması, köy köy dolaşması benim içimde böyle derin izler bıraktı. Doğup büyüdüğümüz coğrafyada çok önemlidir. Yaşadığınız coğrafyanın tarihi size şiir, hikâye, roman yazdırması gerekir. Sanata kabiliyetiniz olacak sonra emek vereceksiniz, gayret göstereceksiniz sonra nasibiniz olacak. Böyle çocuk yaşlarda küçük küçük yazdım. Zaten benim doğup büyüdüğüm yerlerde müthiş bir iç ses vardır ve o çok farklıdır. Arif Nihat Asya'nın bir şiirinde geçer. "İki büyük manzara var gözlerimi açar rengi biçimi görürüm. Gözlerimi kapar içimi görürüm." Diyor. Mustafa Kutlu demişti ki, acaba ses biriktirebilir miyiz? Ben çok fazla ses biriktirmiş bir coğrafyanın çocuğu olduğum için, böyle insanlar türkü söylerken fark ederdim içleri kopuz teli gibi titriyor. O kadar çok makamlı, şarkılar türküler söylenir. Yüreği yanık insanlar ağızlarını açtıklarında ve türkü söyleyecek olduklarında sanki ağızlarından ciğer kokusu gelir. Hasret, gurbet, hüzün bunlarla birlikte olmuşlar. Harput'un çok önemli hasret türküleri bizi böyle erken zamanlarda yakalamıştır.

Siz, aslen Elazığlı olmanıza rağmen kitaplarınızda yurdumuzun dört bir yanının güzelliklerini, bu toprağın insanlarının doğallığını anlatıyorsunuz. Biz buradan yola çıkarak Şerif Aydemir bir Anadolu sevdalısı diyebilir miyiz?

Kurban olurum tabii ki Anadolu sevdalısı ne demek keşke ona layık olabilsem. Ahmet Yesevi Hazretlerine, Hz. Türkistan derlermiş. Münevver Ayaşlı bunu işitince çok hoşuna gitmiş ve Yunus'a, Hz. Anadolu demeye başlamış. Anadolu tabiatı ile mübarek bir yerdir ve Anadolu sevdası bu topraklarda yaşayan herkesin sevdasıdır. Herkes memleketini, nüfusa kayıtlı olduğu yeri, yetiştiği yeri, oranın kültürünü sever. Bütün Anadolu coğrafyasına can kurbandır. Ben Karadeniz’in, Ege’nin diğer yedi bölgenin, seksen bir ilimizin kültürü, türküleri, atasözleri, hayata bakışları ile ilgilenen gidip gelen konuşan ve her bir yöreyi ayrı ayrı seven bir insanım. Dolayısı ile hikâyelerime, düşüncelerime, anlayışıma tabii ki bu yansıyor.

Sizin eserlerinize baktığımızda hikâye ön planda, biz bu doğrultuda şunu sormak istiyoruz, niçin hikâye?

Aslında bütün edebi türlerin annesi şiirdir. Ben de sanata şiir ile başladım. Fakat belli bir zaman sonra şiir vadisinden daha çok hikâyede yol almam gerektiğini düşündüm. Bizim zaten bir ana hikâyemiz var. Kuran bize kıssalar anlatır hatta Hz. Yusuf'un kıssasının güzel hikâye olduğuna dair bir söz gelir ve bize Hz. Hatice, Meryem, Yusuf, Yakup hepsinin hikâyesi anlatılır. Hikâyeler üzerinden bize hisseler verilir. Hikâye zaten bizim öz malımızdır. Roman bizim değil, romanı biz kendimizce kullanmaya başladık ama hikâye öz ve öz bizimdir. Destanlar, masallar, hikâyeler, halk hikâyeleri Anadolu kültürünün esasını teşkil ederler. Bu bakımdan ben hikâyeyi seviyorum. Ben hikâye sadece yazmıyorum. Gittiğim yerlerde hikâye dinliyorum, anlatıyorum. Bir nesil eğer masallarını, destanlarını ve hikâyelerini unutursa soluğunun kesileceğini inanıyorum. Yani bu kadar çağın, teknolojinin, hızlı hayatın bizi esir aldığı bir zamanda hikâyelerimizi kaybedersek yarın gelecek olan nesillerin yüreklerini ne ile besleyeceğiz? O bakımdan hikâyenin devam etmesi gerekiyor.

Siz genelde konuştuğumuz gibi hikâye türünde eserler veriyorsunuz. Bu doğrultuda hikâyenin seyrini göz önüne aldığımız zaman modernleşme sürecini ve yeni toplumsal yapının başlangıcını anlamamızı sağlayacak asıl öykücüler sizce kimler?

Bin bir Gece Masalları, Dede Korkut Hikâyeleri zamanlarını doldurup gitmiş değillerdir onların özleri durur. Ya yeni bir şey söyleyeceksiniz ya da yeni bir biçimde söyleyeceksiniz. Yeni bir şey söyleme şansımız yoktur o zaman yeni bir biçimde söyleyeceğiz. Hikâyede mutlaka atılımlar yapılacak. Modern hikâyecilikte yol alınacak. Ben, bugünün hikâyelerinden isim verirsem kimilerini darıltabilirim. Ama bizden önceki nesiller için söylemem gerekiyorsa Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal gibi hikâyecilerimiz var. Bu isimler bizim önümüze çok ışık tutan hikâyecilerdir. Ben de bunları okuyarak geldim. Bugün sağ, yaşayan, eser üreten hikâyecilerin kimilerinin ismini verirsek kimilerinin kıymetini azaltmış olur muyuz? Onu bilmiyorum belki öyle bir endişe ile çok isim vermiyorum.

Türk hikâyesinin dünya hikâyesi içindeki yerini nasıl görüyorsunuz?

Dünya hikâyesi deyince bu öncü yazarların yazdıkları kitaplar var. Dünyanın belli başlı hikâyecileri var. Fakat onlar muhakkak azımsanamaz, küçümsenemez ama ben bu toprakların hikâyesinin yazılmasından yanayım. Bir delikanlı Ahmet Hamdi Tanpınar'a gelir ve şöyle der: Ben hikâye yazıyorum. Hikâyelerimi size getirdim mümkünse baksanız ve bana bir analiz yapsanız, bana bir yol gösterseniz der. Tanpınar hikâyelerini alır ve on gün sonra gel der. On gün sonra çocuk yanına gidince şöyle der: Oğlum hikâyelerini okudum. Dil, imla, üslup güzel ama bu hikâyelerin içinde biz yokuz der. Bizden kasıt anlaşılıyor. Hikâyelerin içinde biz olmalıyız. Bu durum hikâyecileri, modern hikâyeciler Anadolu insanını dışarda tutarak hikâye vermeye çalışıyor. Ben, bizim kendi hikâyemizi, okumaktan, yazmaktan ve anlatmaktan yanayım

Bir yazarın doğduğu coğrafya ile kurduğu bağı nasıl tanımıyorsunuz? Elazığ sevginizi fırsat buldukça dile getirdiğinizi görüyoruz. Elazığ'da değil de mesela Trabzon'da doğmuş olsaydınız sizce neler değişirdi?

Hiç fark etmezdi. Yani coğrafyamızın sınırları içerisinde bulunan herhangi bir ilde de doğmuş olabilirdim. Gönül coğrafyamıza ait herhangi bir ilde de olabilirdi. Yani Balkanlar, Kafkasya, Kerkük olabilirdi. Ben doğup büyüdüğümüz yerlerin kendilerine has kültürleri, sesleri, renkleri, ışıkları ve kokuları olduğuna inanıyorum. Mutlaka üstümüze onlar sinecekti ve onların üzerinden hikâye, roman, şiir yazacaktık. Ben toprağın insan gibi hafızasının olduğuna inanırım. Ben toprağın az önce söylediğim gibi renk, ses, ışık biriktirdiğine inanırım. Dolayısı ile insanlar şehirleri ve şehirler ise insanları beslerler. Ben Trabzonlu dahi olsaydım Trabzon'un bu güzel memleket köşesinin, kendine has kültürünü, atasözlerini, türkülerini, ninnilerini dualarını, beddualarını öğrenecektim ve onların üzerinden bir hayat tarzı bulmaya çalışacaktım.

İyi bir hikâyecinin okuduğu iyi hikâyeciler vardır muhakkak. Bu isimleri paylaşmanızda bir mahzur var mı? Veya sizin hikâye bakışınızı belirleyen öncü isimler var mıydı, varsa kimler?

Daha önce konuştuğumuz gibi aslında. Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay, Sabahattin Ali, Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal gibi hikâyelerden çok beslendim ve faydalandım. Şehrin insanı boğduğu ve gönlümüzün kirlendiği zaman içerisinde onlara sığınıyorum. Günümüzde güzel hikâyeciler var. Bizim bu derneğimiz her yıl yirmi edebiyat, kültür sanat çeşitli dallarında ödüller dağıtıyoruz. Her yıl o yıl içinde yayınlanmış ne kadar çok hikâye, roman, resim, müzik, tiyatro dallarında çalışma veren isimlere bakıyoruz. Ben de takip ediyorum okuyorum ve çok güzel hikâyeler yazan gençler var seviniyorum ve onları tebrik ediyorum. İsim vermeden edebiyatımıza, kültürümüze, sanatımıza, medeniyetimize hizmet eden, çalışan insanlara çok teşekkür ediyorum ve onların varlığı ile mutlu oluyorum.

Eserleriyle belli bir yere gelmiş yazarların edebiyat dünyasına girerken kimi vesileler ile onların yollarını kolaylaştıran isimler duyuyoruz. Sizin de edebiyat dünyasına adım attığınızda desteğini gördüğünüz isimler oldu mu?

İnsan insanın gölgesinde yetişir derler. Ben liseyi Malatya'da okudum. O tarihlerde edebiyat öğretmenimiz Türkiye şiir yarışmasında birincilik ödülü almış Oktay Baykal idi. Onun hitabından, cümle kuruşundan, kelime seçiminden, edebiyata bakışından çok etkilenmiştim. Yine o yıllarda Hasan Hüseyin Karatay benim Türkçe öğretmenimdi. Yine bu ismin de çok etkisini ve faydasını gördüm. İstanbul'a geldiğimde ise burada Necip Fazıl, Cemil Meriç gibi isimleri tanıdık. Onların faydasını gördüm. Çeşitli dergilerde, gazetelerde çalıştım. Bu vesile ile çok sayıda şair yazar sanat adamı tanıdık. Ahmet Kabaklı gibi bir değerli hocanın dizinin dibine oturduk. Mehmet Âkif'in yakın arkadaşı Eşref Edip'in elini öpme şansı buldum. Siz tek başınıza büyük yolculuklara çıkamazsınız. Size ışık tutacak ve sizin elinizden tutacak, bir tümseği atlatacak hocalara ihtiyaç vardır. Buradan ölenlere rahmetle yâd ediyorum onlara minnettarım. Onların çok faydasını gördüm ve hala görüyoruz. Onların bize eserleri çok lazımdır. Eserleriyle hayatlarını bütünleştiren insanların bize bıraktıkları eserlerin bizler varisleriyiz. Ve tabii ki onlara rahmet diliyoruz.

Hikâye size nasıl gelir? Mesela bir konuda hikâye yazayım der, sonra ne yazacağınızı mı tasarlarsınız? Yoksa hayatın akışı içerisinde bir hayat sahnesi, bir insan hali, bir ses, bir manzara mı zihninizde bir hikâyenin fitilini ateşler?

Bunun bir sıralaması benim için olmaz. Aslında bir şey size yazdırır. Yani bazen bir türkünün peşine takılır âlemleri gezer gelirsiniz. Bir küçük, söz bir işaret hikâyede, şiirde yer bulur. Mesela Sabahattin Eyüpoğlu demişti ki. ‘’Renkleri çok yoğun duyduğumda fırçamdan asla renk çıkmaz, beklerdim sonra resmin başına geçerdim.’’ Şeklinde bir cümlesini okumuştum. Kimi zaman şair de öyledir hikâyeci de öyledir. Otobüse binersiniz, bir topluluğun içinden geçersiniz, bir caddede yürürsünüz, sizi bir şey kımıldatır. Sonra onların toplamından bir eser çıkar. Zaten herkesin hayatı bir hikâyeden ibarettir.

Hikâye, yoğun bir tür. Özellikle kısa hikâyeler belirli bir yoğunlaşmayla, kıvam tutturmayla yazılıyordur diye düşünülüyor. Siz hikâyelerinizi başlayıp ana hatlarıyla bitirir misiniz? Yoksa kısa hikâyelerinizi dahi farklı zaman dilimlerinde mi tamamlarsınız?

Bir derdiniz bir sıkıntınız vardır. Zaten sanat derdi olanların işidir. İsmet Özel "Yarası olanlar şair olacak." demişti. Sizin eğer bir derdiniz yok ise sermayeniz de yoktur. Dert sizi söyletir ve dert sizi bir yerlere götürür. Sanat eseri üretebilmeniz için bir yeteneğinizin olması gerekir. Ve çok büyük bir emek, gayret sarf etmek zorundasınız. Yani sanatçı nereden bakarsanız bakın bir tır şoförü kadar bir ırgat kadar çok emek vermesi gerekir. Sana üretmek için dediğim gibi dağ başında da olsanız sizi bir şeyler yoklar. Bir şeyler gelsin bizi bulsun diye beklemeyiz. Arif Nihat Asya'nın dediği gibi "Asıl yollar sizin içinizdedir. Yollara çıkmadan yürüyebilirsiniz." O bakımdan kısa hikâyeler, biraz daha uzun soluklu hikâyeler ne olursa olsun bunlarda hikâyecinin bir üslubu vardır. Bir üslup berraklığı vardır. Bunları zaten yakalamışsa küçük küçük şeylerden yürüyerek asıl meramına ulaşır. Söylemek istediğini söyler.

Türk hikâyeciliğinde karakterden çok tip olduğu eleştirilerini-Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa-gibi öncü isimlerin bile karakter olarak çizdikleri tiplerle aslında kendilerini konuşturduklarını, kendi ideolojilerini dillendirdiklerini belirten eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir yazar kendisini başka yere koyarak sanat eseri üretemez. Merkezde kendisi vardır. Bütün hayatı, yaşadıkları, düşünce dünyası büyük eserler meydana getirmesine yetmeyebilir bu yüzden hayatın içinde görebildiklerini kendine yakın tutarak ve kendini merkeze alarak anlatacaktır. Tanpınar'ın kitaplarında Mümtaz'ı anlatırken bu karakterde kendisinden çok şeyler vardır. Karakterler, tipler meydana getirirken aslında onlar sokağımızdaki insanlardır. Bazen bir roman kahramanını görsem tanırım diye düşünüyorum çünkü çok tiplemeler yapılabiliyor. Bu aslında güçlü gözlemlerden kaynaklanıyor. Güçlü gözlemler içinde hayatın içinde olacaksınız. Ben böyle düşünüyorum. Peyami Safa'nın bakın eserlerinin büyük bir bölümünde bir psikoloji ağırlıklı metinler bulursunuz. Kendisi neredeyse bir doktor kadar tıp bilgisine, psikoloji bilgisine sahiptir. Bu eserlerine tabii ki yansıyacaktır.

Siz, bildiğim kadarıyla şu an bir sivil toplum kuruluşunun temsilcisiniz. Bulunduğunuz edebiyat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin katkılarınız veya edebiyata dair yapılan toplantıların size kattıkları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Edebiyat, kültür, sanat araştırmaları derneği yaklaşık on beş yıldan beri devam ediyor. Edebiyatımıza, kültürümüze, sanatımıza hizmet etmek için büyük bir çaba sarf ediyor. Diğer vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşları ile kardeş ilişkiler kuruyor ve hep birlikte hareket ettiğimiz oluyor. Yeri geliyor herkes bağımsız olarak kendi bölgesinde, kendi dünyasında çalışmalar gösteriyor. Eğer bu vakıflar, dernekler mesela Beyazıt ve Sultanahmet arasında Birlik Vakfı gibi, Kubbealtı Vakfı, Yahya Kemal Enstitüsü, Yazarlar Birliği, Türk Edebiyatı Vakfı, İLESAM, ESKADER, Türk Ocağı gibi kurumların her biri hizmet gösteriyorlar. Bu kurumlar faydalı oluyor diye düşünüyorum. Türkiye'de belli bir zamandan beri daha çok siyaset sesi yüksek ve siyaset sesi yükseldiği zaman kültürün, edebiyatın sesi kısılırmış. Edebiyatın sesi kısılmasın diye görev bize düşüyor. O yüzden biz edebiyatın sesini yükseltiyoruz. Biz edebiyat üretmiyoruz. Biz daha çok kültür ve sanat faaliyetleri ile kültür ve sanatın halk tarafından sevilmesi için gayret sarf ediyoruz. Yoksa biz başlı başına edebiyat üreten kuruluşlar değiliz.

Genç kuşaktan yazarlara önerileriniz var mı varsa nelerdir?

Herhangi bir tavsiyede bulunmak benim haddime düşmez. Sadece bildiğim çok okumak gerekir. Mesela Nurettin Topçu kendi etrafında kümelenmiş insanlara, önce çok okuyun sonra az az yazın sonra yazdıklarınızı çoğaltın az az yayınlayın ve kendinizi test edin diye nasihatleri olurmuş. Ben oldum diyen kişi biter. Herhangi bir yayınevinden iki eser yayınlayınca kendini hemen büyük yazar hissetmesinler bu kardeşlerimiz daha çok okusunlar. Sadi- Bostan ve Gülistan' ı elli beş yılda yazmıştır. Sefiller otuz beş yılda yazılmıştır. Faust ise altmış yılda yazılmıştır. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir gün demişti ki ben en güzel şiirimi 90 yaşında yazdım. Böyle çok erkenden küçük şöhretleri yakalayan kardeşlerimiz bu böyle bahar gelmeden açan ağaçlara benzer kırağı ile birlikte üşürler ve meyve veremezler. Dikkat etmeleri ve daha çok okumaları daha çok ileriye bakmaları lazım bu bir nasihat değil aslında ben bunu birazda kendime söylemiş oldum.

Edebiyat dünyasında gördüğünüz en bariz sorun nedir? Bu soruna ne gibi bir çözüm önerisi sunulabilir?

Bu beni aşan bir soru. Henüz ben edebiyat tarlasından daha içeri giremedim. Ben biraz daha uzaktan bakıyorum onun zevki, ışığı bana yetiyor. Edebiyat başlı başına bir disiplindir. Bu soru için şöyle söyleyebilirim, bizim çok fazla sayıda dergilerimiz, yayınevlerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız var. Herkes kendisini kültür ve sanatın merkezine alıyor. Ben merkezli bir siyaset güdülüyor. Edebiyatçıların da bir politikası var herkes en iyi biz anlatırız diyor. Şimdi bu kargaşada romanda, şiirde, hikâyede, denemede çok sayıda eser üretiliyor. Ödül için bize gelen kitaplara biz bakıyoruz. Kimi çalışmaları çok çapsız ve yetersiz buluyoruz. Erken yazılmış kitaplar olarak buluyoruz. Yeni yetişen gençlerimiz son zamanlarda türemiş yazarlık atölyelerinde bir iki kurs aldıklarında yazar olduklarını düşünerek huzura geliyorlar ve bir takım bir şeyler yazıyorlar. Bu eserlerde cümle yok, dil nezaheti yok. Bu gençlerimiz henüz hamken, olgunlaşmadan, meyve vermenin yanlış olduğunu anlamaları gerekiyor. Bence bütün asıl sorun bu.

Ve son olarak bu röportaja ekstradan bir şeyler eklemek isterseniz o ne olurdu?

Sağ olun... Sizin düşünen insan olmanızı ve öğrenmek istemenizi kutluyorum. Bunu bir edebiyat öğretimi gören öğrenci olarak böyle bir görev almanızı da sizin şansınız olarak görüyorum. Ne mutlu size. İnşallah önümüzdeki yıllarda daha güzel eserlerde sizler verirsiniz. Bu soruyla hatırlatmış oldunuz. Malatya Lisesi’nde okurken edebiyat dersinde işte o Oktay Baykal hocamın dersinde sınıftan içeri yaşlı bir beyefendi girdi. Meğerse bizim hocamızın hocasıymış. Urfalı, Prof. Suut Kemal Yetkin idi. Yıllar sonra onun büyüklüğünü anladık. O gün orada hocamızın hocası diye baktık. Hocamız Hitler'in ölümü şiirini işliyordu. Orada hâfızın kabrinden bahsederken bu hafız kimdir? Diye sordu ben parmak kaldırdım. Şirazlı Hafız olduğunu söyleyince bana bunu nereden bildiğimi sordu ben ise ona Malatya'da ana caddede halk kütüphanesi var ve ben oraya gidiyorum dediğimde çok mutlu oldu. Bana, bak bu gayretlerini eğer attırırsan muhakkak ilerde bir yere geleceksin. Bu bir yere gelmek demek dünyalık elde edeceksin demek değil ama Gönül dünyan çok zenginleşecek. Bir gün bir baktım ki bir dergi köşesinde benim şiirim yayınlanmış ve diğer sayfada ise hocamın bir yazısı var. Ve o an hocanın söyledikleri aklıma geldi. Çok sevindim ve çok mutlu oldum. Sizler de bir gün böyle gayretlerinizin sonunda inşallah güzel eserler verirsiniz. Güzel çalışmalar yapar ve güzel yerlere gelirsiniz. Bu temennilerde bulunuyorum.

Kaynak : İstanbul Times Haber Ajansı (İTHA)

Editör: TE Bilisim