Devletin kıymetli varlıkları, yeni borçlanmalara teminat mı olacaktı ?

Geçtiğimiz gün Ziraat Bankası, Halkbank, BOTAŞ, Türkiye Petrolleri AO, PTT, Türk Hava yolları, Borsa İstanbul ve Türksat’ın sermayelerinde bulunan Hazine’ye ait hisselerin tamamı, Türk Telekom’un da yüzde 6.68 oranındaki Hazine’ye ait hissesi ile Eti Maden ve Çaykur’un Türkiye Varlık Fonu’na aktarıldı.

Ardından THY’nin yüzde 49.12, Halkbank’ın da yüzde 51.11 hissesinin Varlık Fonu’na devri kararlaştırıldı. Uzmanlara göre ise Varlık Fonu, halihazırda güçleşen dış borçlanmada “teminat” olarak kullanılacaktı.

Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında da Ziraat Bankası, BOTAŞ, Türkiye Petrolleri AO, PTT, Borsa İstanbul ve Türksat’ın sermayelerinde bulunan Hazine’ye ait hisselerin tamamı, Türk Telekom’un yüzde 6.68 oranındaki Hazine’ye ait hissesi ile Eti Maden ve Çaykur’un TVF’ye aktarılmasına karar verildiği belirtilmişti.

Öte yandan Bakanlar Kurulunca Savunma Sanayii Destekleme Fonuna ait veya bu fonun tasarrufunda bulunan 3 milyar lira tutarındaki kaynağın en geç aktarım tarihini izleyen 3 ay içinde geri ödenmek kaydıyla Varlık Fonuna aktarılması kararlaştırılmıştı.

Türkiye Varlık Fonu 26 Ağustos 2016’da yapılandırıldı. Özelleştirme İdaresi Başkanı Mehmet Bostan, Türkiye Varlık Fonu Yönetimi AŞ Genel Müdürlüğüne ve Yönetim Kurulu Başkanlığına atanırken, yönetim kurulu üyeliklerine Yiğit Bulut, Kerem Alkin, Himmet Karadağ ve Oral Erdoğan atanmıştı.

Asıl Amacı “Borç” Teminine İpotek Oluşturmaktı.

Başbakanlık’a bağlı olan Türkiye Varlık Fonu Anonim Şirketi’nin ana faaliyet konusu; sözde fonların kurulması ve yönetimi olan sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde kamuya ait varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara katılmaktı.

Oysa gerçekte Kamu kurum ve kuruluşlarının kaynaklarının toplandığı, borçlanmasında devlete ait varlıkların teminat gösterildiği Varlık Fonu, özelleştirmeler ile kamuya ait varlıklardan, işçilerden alınacak zorunlu emeklilik kesintilerinden, işsizler için toplanan işsizlik fonundan finanse edileceği konuşulmaktaydı.

Hükümet, çok sayıda projeye alım garantisi, geçiş taahhüdü gibi büyük güvenceler sağlamıştı. Sadece 3. köprüden taahhüt edilenler Hazine’ye büyük zarara yol açmıştı. Örneğin, Osmangazi Köprüsü. Devletin günlük 40 bin geçiş garantisi verdiği köprüyü kullananların sayısı bu rakamın ancak dörtte birinde kalmıştı.

Günde 40 bin aracın altındaki her geçiş Türkiye’nin zararına; devlet aradaki bu farkı 15 Temmuz 2035’e kadar yüklenici firmaya ödemek zorundaydı. Öyle ki köprünün iki haftalık zararı Türkiye’ye 20 milyon Dolara patlamıştı. İşte Varlık Fonu, bu büyük tazminatları karşılayacak bir büyük kaynak olacak, daha doğrusu dış borçlara ipotek sayılacaktı.

Türkiye Varlık Fonu ile aslında denetim dışı paralel bir bütçe kurulmaktaydı. Fon’a tahvil ihracı yetkisi de sağlanmıştı, bu yetkiyle fon borçlanmada Hazine ile yarışacaktı. Türkiye’deki Varlık Fonu’nun diğer ülkelerde bulunan ulusal varlık fonları ile isim benzerliği dışında hiçbir benzerliği bulunmamaktaydı.

Diğer ülkelerdeki varlık fonları, genellikle cari fazla üreten veya emtia geliri olan petrol üreticisi ülkelerin (petrol, doğalgaz ihracatçıları), bu kalemlerden sağladıkları döviz rezervlerindeki artışı değerlendirmek adına işlettikleri fonlardı. Kamu birikimlerini daha korunaklı yerlerde değerlendirmek için kurulmuşlardı.

“Kamu Kuruluşlarının Hazır Sermayesini Kullanıp Harcayacaklardı!”

“Varlık Fonu, Norveç, Suudi Arabistan, Katar gibi döviz fazlası olan ülkelerin fazla dövizlerini kullanmak için hayata geçirdiği bir yapıydı.

Türkiye’de ise bunun tam tersi yapılmaktaydı. Çünkü Türkiye’de döviz açığı vardı, cari açık vardı. Yani, Varlık Fonu Türkiye’de yeni dış borç bulmak için Milli varlıklarımızın ve kazanımlarımızın rehin bırakılmasıydı.

Türkiye’nin yabancı ülkelerden borç alması çok zorlaşmış, şartları ağırlaşmıştı. Varlık Fonu bu yüzden oluşturularak, Ziraat Bankası, Çaykur gibi kamu kuruluşlarının varlıkları sermaye olarak gösterilecek ve yeni faizli borç alınacaktı. Gelişi güzel hayata geçirilen ve zarar eden projeler de bu kamu kuruluşlarının sermayesini kullanıp batıracaktı.

Bu uygulamalarının geçmişi de berbattır. ANAP döneminde fiyasko ile sonuçlanmıştır. Fon pratiği şaibeli olan kesintilerin kötü kullanıldığı bir alandır. Yine fiyasko olacaktır, çünkü Varlık Fonu’na, hazine gibi iç ve dış borçlanma yetkisi tanınmıştır. Borçlanmanın bu ülkeyi ne hale getirdiği ortadadır. Varlığı olmayan bir ülke, borçları ödeyemediğinde ne yapacak, kurumları rehin bırakıp ayakta kalmaya çalışacaktır.

Varlık Fonu’nun hiçbir ciddi gerekcesi yoktur, hedefi yoktur, bu yüzden sonucu da olmayacaktır. Çünkü Varlık Fonu şöyle ülkelerde işe yarar. Ülkenin fazla kaynağı vardır ve bu fazla kaynak varlık fonuyla geleceğe aktarılır. Ama Türkiye’de cari açık vardır, tasarruf zayıftır. Kârlarını ve vergilerini bütçeye veren kamu kuruluşlarının bütçeye faydası vardır. Kuruluşların kârlarını ve vergilerini bütçeye aktarmayıp fona aktarılacaksa bütçe açığımız daha da artacaktır.

Birçok insanımız; Varlık Fonu nedir? Sorusunun cevabını ararken, fonun genel olarak tanımı ve amacı üzerine kapsamlı bir yorum ihtiyacıyla bu yazı hazırlanmıştır. Büyük kurumsal firmaların bu fona aktarılmasından sonra insanların en çok merak ettiği sorular cevaplanmıştır.

FON’un anlamı: Fonlar, değişik finansal varlıklara yatırım imkanı hazırlamak, yatırımlar üzerinden gelir sağlamak ve o hedefi tutturmak ve bu işlemleri devlet garantisinde yapmak doğrultusunda yapılan ekonomik icraatlardır. Bu fonun amacı bir ülkede “bütçe fazlalığı” varsa, bütçe fazlası geliri bu fon üzerinden işleme sokmaktır. Ülkede bütçe fazlalığı olduğunda ve bu fona yatırıldığında oluşan işlemler şunlardır:

 Harcamaların artması.
 Var olan vergi yükünün azaltılması.
 Devlet borcu olduğunda o borcun erken kapatılması.
 Geleceğe dair “refah ortamı” oluşmasının temellerinin atılması.

Oysa Türkiye’de bütün bunların tam tersi yaşanırken oluşturulan, VARLIK FONU, yoksa gizli ve kirli bir oyunun parçası mıydı? Bu tür fonlar aslında şunları amaçlardı:

Bu fon devlet tarafından kurulduğunda genelde iki amaç taşırdı. 1- Ülkedeki ekonomik dengelerin kötü etkilerden korunması ve 2- Geleceğe dair ekonomik bazda ferahlık ve rahatlık sağlanması. Bu durumda risklerin yüksek olması zorunluluğu vardır.

Fonun kurulmasının temel amacı: Ekonomi literatüründe fonun oluşmasındaki temel sebep “devletin elinde oluşan gelir fazlalığı”dır. Mahfi Eğilmez’e göre gelir fazlalığından oluşan fonlar iki şekilde kurulmaktadır.  1- Bir veya birden fazla emtiaya dayalı fonlar: Bunlar genellikle ihraç edilen emtianın gelirleri nedeniyle oluşan bütçe fazlalarından oluşmaktadır.

Tipik örnekleri körfez ülkelerinin kurdukları fonlardır. Bu fonların çoğu ihraç edilen petrolden sağlanan gelirlere dayanmaktadır.

Norveç’in kurduğu emeklilik fonu da benzer şekilde Kuzey Denizinden elde edilen petrol gelirlerinin yarattığı bütçe fazlasını gelecek kuşaklara aktarmayı amaçlamaktadır. 

2- Bir emtiaya dayalı olmayan fonlar: Bunlar ya Dış ticaret fazlaları ile ya da emeklilik fonlarında biriken paralarla oluşturulmaktadır.

Bu tür fonların tipik örnekleri Çin, Kore ve Hong Kong gibi ülkelerin kurdukları varlık fonlarıdır. ABD’nin her iki örneğe de giren birden fazla fon bulunmaktadır. Ve tamamına yakını Siyonist sermayenin kontrolü altındadır.


Türkiye’de bu fona devredilen devlet varlıkları ve kurumları ?

Başbakan Binali Yıldırım ve Bakanlar Kurulu’nun onayıyla Türkiye Cumhuriyet Ziraat Bankası AŞ, Boru Hatları ile Petrol Taşıma AŞ, Türkiye Petrolleri AO, Posta ve Telgraf Teşkilatı AŞ, Borsa İstanbul AŞ, Türksat Uydu Haberleşme Kablo TV ve İşletme AŞ'nin sermayelerinde bulunan Hazineye ait hisselerin tamamı, Türk Telekomünikasyon AŞ'nin yüzde 6,68 oranındaki Hazine'ye ait hissesi ile Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü ve Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü fona aktarıldı. Ardından THY, Halk Bankası ve Milli Piyango’da bunlara katıldı.

Türkiye Varlık Fonunun İktisadi ve Siyasi Risk alanları

Türkiye Varlık Fonunu bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Başbakanın yönetiminde, aşırı yetkilerle donatılmış, özel hukuk ve kamu hukuku açısından birçok kanuna tabi olmayan ayrıcalıklı bir şirket olarak yapılandırıldığı anlaşılmaktadır.

Bu şirketin yurtiçi ve yurtdışındaki para ve sermaye piyasalarında her türlü işlemi yapabilmesi, sınırsızca borçlanabilmesi ve yaptığı işlemlerin esas olarak özel firmalardaki denetim usullerine göre denetlenmesi kafaları karıştırmaktadır.

Fakat her ne kadar özel bir şirket gibi yapılandırılmış olsa da devlet sahipliğinde olması ve kamusal kaynakları kullanması bakımından diğer UVF’lerde (ulusal varlık fonu) olduğu gibi TVF (Türkiye Varlık Fonu) de hem özel hem kamusal bir kurum olarak siyasi ve kurumsal riski bir arada taşımaktadır.

Siyasi bir kriz, şirketin zarar etmesi ve iflasıyla sonuçlanabileceği gibi şirketin zarar etmesi veya burada ortaya çıkan yolsuzluklar da bir siyasi krize yol açacaktır.

Bu nedenle TVF’nin (Türkiye Varlık Fonunun) kuruluş amaçları ve yapısı üzerine derinlemesine bir değerlendirme[1] yapıldığında meşruiyeti, şeffaflığı, hesap verebilirliği, yurtiçi kurumlarla koordinasyonu ve mali disiplini konularında kapalı ve karanlık, noktalar bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

Yukarıda söz edilen siyasi ve kurumsal riskler bütün UVF’ler için geçerli olmakla beraber, Türkiye Varlık Fonu, aşırı yetkilerle donatılmış, amaçları açıkça tanımlanmamış, Merkez Bankası ve Hazine gibi kurumlarla koordinasyonu sağlanmamış, yurtiçinden kaynak toplayacak ve yurtiçine yatırım yapacak bir kurum olarak çok daha büyük riskleri içerisinde barındırmaktadır.

Birincisi, Türkiye Varlık Fonunun amaçlarının açıkça tanımlanmamış olması, fonun izleyeceği yatırım stratejisinin izlenmesini de olanaksız kılmaktadır.

Oysa büyük bir kaynağın teslim edileceği bu şirketin kaynaklarını amaca uygun bir şekilde kullanıp kullanmadığının, ülkenin genel çıkarları ve iktisat politikasıyla uyumlu çalışıp çalışmadığının izlenmesi sadece şirketin sahibi olan devlet yetkililerine karşı değil, aynı zamanda fona kaynak sağlayan vatandaşlara karşı da bir sorumluluktur. Amaçların açıkça tanımlanmadığı bir fonda hesap verebilirlik, şeffaflık ve fonun meşruiyeti sekteye uğrayacak, yolsuzluk riski artacaktır.

İkincisi, TVF bu yapısıyla önemli iktisadi riskleri bünyesinde barındırmaktadır. Kanunun o gerekçesini ve TVF’nin kaynaklarını daha yakından incelediğimizde asıl amacının en genel ifadeyle yeni gelir kaynakları oluşturmak olduğu anlaşılmaktadır.

TVF’nin, iki temel gelir kaynağından birisi mevcut ekonomiyi borç batağından ve tıkanma noktasından kurtarmak üzere gelir ve gayrimenkuller üzerinden hisse senedi payları, ikincisi 
ulusal ve uluslararası piyasalardan borçlanmasıdır.

TVF’nin hem gelir kaynaklarını, hem yatırım alanlarını dayandırdığı türev ürünlerine bağlı yapısı son derece kırılgan ve karmaşıktır. Diğer ülke örneklerinde UVF’lerin temel stratejisi riski dağıtarak uzun vadeli getiri sağlamak için ülke içi risklerin tersine hareket edecek yurtdışı alanlara yönelmek olmasına rağmen Türkiye’de bunun tam aksi yapılmakta, zaten riskli olan yurtiçi uzun vadeli yatırımlara yönelik17 türev ürünler çıkartılması planlanmaktadır.

Bu kâğıtların değerinde ortaya çıkabilecek ani bir düşüşün ülke ekonomisine ve sözü geçen projelere zararının yanında, ülke ekonomisinde çıkabilecek bir krizin bu kağıtların değerine yansıması ve
 genel bir İFLAS’a yol açması kaçınılmazdır. Ayrıca dünyada halen yaşanmakta olan iktisadi krizin ortaya çıkışındaki en önemli nedenin bu tür türev ürünler olduğu da unutulmamalıdır.[2]

Asıl temel risk kaynağını ise, fona verilen sınırsız borçlanma yetkisi oluşturmaktadır. Türkiye Varlık Fonu’nun 4749 sayılı Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanunun kapsamı dışına çıkarılması ve Hazine Müsteşarlığına verilen borçlanma yetkisi ile hiçbir bağlantı kurulmaması, tek elden yürütülen borç yönetiminin temel ilkesinin sekteye uğraması anlamını taşımaktadır.

Üstelik, TVF’nin uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından alacağı puanın en iyi ihtimalle ülke puanıyla aynı olması durumunda bile TVF’nin, yurtdışı borçlanmalarda Hazine ile rekabet edebilmesi mümkün olmayacak, ancak daha yüksek faizli ve daha kısa vadeli borçlanabilmesi mümkün olacaktır.

Bu ise ülkenin genel borç yükünün artmasına yol açarak ekonominin kırılganlığını artıracaktır. Bir başka önemli nokta, mali disiplinle ilgili olarak ortaya çıkabilecek sorunlardır.

Bir yandan kamu kurumlarının mevcut fonları TVF’ye aktarılacağı için bütçe gelirlerinde bir azalma ortaya çıkması, bir yandan da yüksek maliyetli ve sınırsız borçlanmayla borç yükünün artması ihtimali yüksek bulunmaktadır.

TVF’nin gelirleri ve harcamaları özel şirket statüsü nedeniyle kamu hesaplarına girmeyeceği gibi kamu hesaplarına konsolide edilmesi de mümkün olmayacaktır.

Bütün bunlara ek olarak Hazine Müsteşarlığının yönettiği borçlanma işlemlerini ve Merkez Bankasının yönettiği para piyasası işlemlerini etkileyecek olan TVF’ye birçok konuda yetki verilmiş ve muafiyet tanınmış, fakat bu kurumlar arasında bir koordinasyon mekanizması tanımlanmamıştır.

Bu durum, hazinenin birliği ilkesine aykırılık oluşturmakta,
 TVF ile bir tür paralel Hazine kurulacağı ve bunun Cumhurbaşkanı tarafından denetimsiz kullanılacağı yönünde kaygılar uyandırmakta, mali disiplin ve iktisat politikalarının koordinasyonu açısından önemli bir riskler doğurmaktadır.

Özetle, son derece geniş yetkilerle donatılmış olan TVF, yapısı, kaynakları ve planlanan faaliyet alanları açısından bakıldığında bir yolsuzluk riskini de barındırmaktadır.

Türkiye Varlık Fonunun benzeştiği Ulusal Kalkınma Fonlarında yolsuzluk yapma ihtimalinin daha yüksek olduğu bilinmektedir. Kalkınma fonlarının yurtiçindeki şirketlere uygun olmayan yatırımlar yapması ve rant kollama faaliyetlerine açık olması bunun en temel nedenleri sayılmaktadır.

Ayrıca fonun kötüye kullanılması örnekleri oldukça fazladır. En basit şekliyle UVF’ler oy satın almak ve yandaşları palazlandırmak için ve siyasi patronaj için kullanılmaktadır.

Bunun en bilinen örneği, Malezya’nın 1MDB adlı Kalkınma Fonu ile ilgili olarak ortaya çıkan skandaldır. Malezya Başbakanının, bu fondan milyonlarca doları seçim kampanyalarında kullandığı, kişisel hesabına ve yakınlarının hesabına büyük miktarda paralar aktardığı resmiyet kazanmıştır.[3]

Bu fonun 13 milyar Dolar zarara uğradığı, bu dönemde fonun üst düzey yetkililerinin 4 milyar Dolardan fazla bir miktarı zimmetlerine aktarıldığı ve bir çok ülkede elde edilen bu paraların kara para aklamak suretiyle harcandığı saptanmıştır.

Bu fonla ilgili olarak halen 10 ayrı ülkede soruşturma yapılmakta, kara para aklama iddiasına konu olan kurumlar kapatılmaktadır. Başta da belirttiğimiz gibi şirketin riskleriyle siyasi risklerin iç içe girdiği bir yapıda ortaya çıkacak bir yolsuzluğun iktisadi ve siyasi bir kriz doğurması da kaçınılmazdır.

Velhasıl; Türkiye Varlık Fonu, tasarruf ve döviz fazlasını değerlendirmek üzere kurulan Ulusal Varlık Fonları açısından bakıldığında geleneksel varlık fonlarından çok ayrı bir yerde durmaktadır.

Hem cari açık hem de bütçe açığı veren bir ülke olarak Türkiye’nin zaten değerlendireceği bir
 tasarruf fazlası bulunmamaktadır. Ayrıca burada da başka bir sorun daha karşımıza çıkmaktadır.

TVF’nin amaçları açısından bir inceleme yaptığımızda birbiriyle çelişebilecek çok sayıda amacın sıralandığı ve istikrar, İslami finansal araçların arttırılması gibi konuların da fonun amaçları arasında yer aldığı anlaşılmaktadır.

Bu nedenle TVF’nin geleneksel Ulusal Varlık Fonlarından birisi olmadığını söylemek lazımdır. Türkiye Varlık Fonunun kuruluşundaki gerçek amaç, fonun kaynakları ve kanunun gerekçesindeki amaçlar dikkatle incelendiğinde ortaya çıkmaktadır:

Bunlar: Kamuya ait arazilerin, yolların, köprülerin gelirlerinin ve mümkün olduğu ölçüde bunların mülkiyetlerinin satışı yoluyla gelir sağlamaktır. Fonun gerçek amacını bu şekilde ortaya koyduğumuzda fonun amaçlarındaki karmaşa ortadan kalkmakta, araçlarla amaçlar ve finansman yöntemlerinin birbirine karışması sorunu da çözülmüş olmaktadır.

TVF, hem finansmanını hem yatırım yapacağı alanları kamu varlıklarına ve bunların üzerinde yapılan otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Havalimanı gibi büyük projelere dayandıracaktır.

Zaten bizzat Ekonomi Bakanının ağzından kaçırdığı beyanlarıyla da bunlar açıklığa kavuşmaktadır. Boğaz köprüleriyle üçüncü havalimanının gelirlerinin fon kapsamına alınacağını belirten Ekonomi Bakanı bu konuyu şu şekilde anlatmıştır. (Sabah, 14/10/2016):
 “3. Havalimanı için her yıl Hazine’ye 1 milyar olmak üzere 25 yılda 25 milyar Euro ödenecek. Hazine’ye diyeceğiz ki, bu gelirini devret. Bu gelir de uluslararası piyasalarda satılacak. Kanal İstanbul dehşet bir proje. Darphane gibi para basan köprü gelirlerimiz var.

Bu haklar fona devredilince, ben bu geliri bugünden 10 yıllığına satacağım. Hazine’ye de bu geliri aynen ödeyeceğim. Bütün gayrimenkul ve taşınmazları tek tek kâğıda çevireceğiz.”

Anlaşılan odur ki Varlık Fonu ifadesindeki “varlık”, maalesef kamu varlıklarını kapsamaktadır. Ulusal Varlık Fonlarındaki “wealth” sözcüğünün Türkçe karşılığı sanmak yanıltıcıdır. Erbakan Hocanın mükemmel benzetmesiyle: AKP iktidarının VARLIK FONU, iflas eden tüccarın, zengin görünme hevesiyle ziyafet çekme girişimini hatırlatmaktadır.

Türkiye Varlık Fonu’nun yapısı, finansman kaynakları ve planlanan işlemleri sonucunda ortaya çıkabilecek iktisadi ve siyasi riskleri derinlemesine tartışmak lazımdır. Çünkü Ulusal Varlık Fonları genelde petrol gibi doğal kaynakların azalması veya gelecekte ortaya çıkabilecek risklere karşı gelecek kuşakların refahını garanti altına alınması üzere kurulan fonlar olmasına karşılık, Türkiye Varlık Fonu tam tersi bir amaçla yapılandırılmıştır. Kamu arazilerinin ve yeraltı kaynaklarımızın ve geçmiş nesillerin birikimleriyle oluşturulan varlıklarımızın bu şirket eliyle finansal piyasalara aktarılmasıyla gelecek nesillerin refahı hatta ülkemizin bekası ve bağımsızlığı tehlikeye atılmaktadır.

Çünkü bu Varlık Fonu oyunu, devletin kefil olduğu Özel Şirketlerin borcu da dahil 800 Milyar Doları aşan dış borçlarımızı faizleriyle birlikte ödeme sıkıntısı yüzünden Türkiye’ye artık kredi açmayan Siyonist Sömürü Sermayesi Bankalarına elde kalan devlet varlıklarını ipotek etmenin bir kılıfıdır!

450 Ton Altınımız İngiltere’ye Niye yollandı ?

Dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Türkiye’nin 490 ton olan Altın rezervinin 450 tonunun, İngiltere Merkez Bankası Bank Of England’da emanette olduğunu açıklamıştı. Bu açıklama, Türkiye’nin karmaşık gündeminde yeterince ele alınmamıştı. Hiçbir bağımsız devlet, geleceğinin güvencesi olan birikmiş servetini, başka bir devlete; borç vermezdi, emanetine koymazdı, rehin bırakmazdı. Türkiye’de, askeri harcamalar artıp dış borç ödeme sınırını aşarken ve ekonomik bunalım derinleşirken, hazine 450 ton altını neden ve ne karşılığı yabancılara teslim etmek zorunda kalmıştı? Libya’nın 200 milyar dolarına el koyan Batı’ya nasıl güven duyulacaktı? Elde kalan son devlet varlıklarını, “Varlık Fonu” adı altında elden çıkarılmasının, altın olayıyla bir ilişkisi var mıydı? Soruları halâ yanıtsızdı.

Düyun-u Umumiye ve acı sonuçları:

Osmanlı Devleti, ilk dış borcu 1854 yılında almış ve kendini yıkıma götürecek borç sarmalına yakalanmıştı. Yüksek faizle alınan borçlar, saray yapımı gibi tüketim harcamaları ya da askeri giderler için kullanılmıştı.

Üretimsizliğe bağlı gelir yoksunluğu nedeniyle, alınan her borç yeni bir borcu gerekli kılmış ve Osmanlı devleti, 1875 yılında iflasını ilan etmek zorunda kalmıştı.

Alacaklılar, 1881 yılında İstanbul’da toplanmış, üst yönetimini Avrupalı devletlerin oluşturduğu ve devlet gelirlerini alacaklılar yararına yönetmek üzere Düyun-u Umumiye İdaresi kurmuşlardı.

Padişah ll. Abdulhamid döneminde yapılan bu anlaşma Muharrem Kararnamesi olarak anılmıştı. Osmanlı Hükümeti, Muharrem Kararnamesi’nin 8. maddesi gereği; tahsil edilmesi kolay devlet gelirlerini, “mutlak ve değişmez” bir biçimde borç ödemelerine ayırmıştı.

Bu gelirler şunlardı: tütün ve tömbeki (nargile tütünü) rüsumatı (vergileri), ipek öşürü (ondalık vergi), pul ve ispirto resimleri (harçlar), tütün ve tuz inhisarları (tekelleri), İstanbul ve civarı balık avı vergisi, Bulgaristan vergisi, Kıbrıs gelirleri, Doğu Rumeli vergisi, gümrük resimlerinde ve gelir vergisinde oluşacak gelir artıkları.

Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra yapılan Lozan Konferansı’yla Düyunu Umumiye rejimine son vermiş ve yeni devletin üzerine düşen borçlardan ülke kurtarılmıştı.

Böylece siyasi bağımsızlık yanında mali bağımsızlığımız da sağlanmıştı. Türkiye’nin 2002’de 130 milyar Dolar olan brüt dış borcu 2016’nın ilk yarısı itibariyle 421.4 milyar Dolara çıkmıştı.

Bu çok hızlı ve yüksek bir artıştı ve Türkiye’nin yaşadığı cari açık nedeniyle (cari açık: kazandığından çok harcamak gibi bir şey) ödenebilirlik boyutunu çoktan aşmıştı. Türkiye AKP elinde maalesef Osmanlı’da olduğu gibi, borç alarak borç ödeyen bir ülke haline gelip tıkanmıştı.

Hazine Altınları Neden İngiltere’ye Aktarılmıştı?

İşte Hazine altınları, borç miktarının arttığı ve ödeme güçlüğü çekildiği bir aşamada İngiltere’ye yollanmıştı. Gönderimin nedeni ve amacı konusunda herhangi bir açıklama yapılmamıştı. Bu nedenle, irdelemeyle bir sonuca ulaşmak zorundayız. Durum şudur: Türkiye altın rezervinin tümüne yakınını (% 92), emanet adı altında rehin bırakmıştır. Bu durum, verilen ödünün dışardan gelen ciddi ve önemli bir dayatmanın mecburi karşılığı olduğunun kanıtıydı. Ve İngiltere bu tür rehin’lerin hiçbirisini geri ödemeye yanaşmamıştı.

Merkez Bankası’ndaki rezervin önemli bölümü, özel şirketler ya da kişilerden tahvil senedi ve kredi karşılığı alınan paralardan oluşmaktadır. Yani Hazinenin kendi parası olmamaktadır. Yeterli rezerv bulunmazsa, günü geldiğinde tahvillerin ödemesi yapılamayacaktır. Ekonominin kırılganlığı ve yaşanmakta olan çatışmalı ortam gözönüne alındığında, yapılan işin yol açacağı felaketler kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Kaldı ki İngiltere’nin Türkiye ile kurduğu ticari ilişkiler konusunda sicili kirlidir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Osmanlı devletinin parasını peşin ödeyerek yaptırdığı gemileri bile, savaşı gerekçe yaparak teslim etmeye yanaşmamıştır. Fırsatını bulduğunda bir gerekçe uydurup 450 ton altınımıza el koyma olasılığı vardır.

Altınlar Rehin mi Bırakıldı ?

Belki de bu altınlar borca karşılık rehin bırakılmıştır. Dış borcumuzun önemli bölümü, devletin kefaletinde özel şirketlere ait borçlardır. Özel şirketler ekonomik durgunluk ve dolardaki artış nedeniyle güç durumdadır, dışarıya olan borçlarını ödeyememe olasılığı vardır. Bu durumda devlet kendi borcuyla birlikte özel şirket borçlarını da ödemek zorunda kalacaktır. Oysa, bugün Türkiye borç alarak borç öder duruma düşülmüş durumdadır. Gelir düzeyi düşük, ürettiğinden çok tüketen bir ülke haline gelen Türkiye, süreklilik arz eden cari açıkla, borç ödemek bir yana, günlük yaşamını bile borç alarak yürütmeye çalışmaktadır. Bu nedenle, eğer 450 ton altınımız borca karşılık rehin bırakıldılarsa, altınların geri verilmemesi oldukça yüksek bir olasılıktır.

Maalesef AKP Türkiye’si, Osmanlı’nın son dönemine geri dönmüş durumdadır. Borçlar ödeme sınırını aşmış, gelirler oldukça azalmıştır. Artık Türkiye varlıklarını satarak ayakta kalmaya çalışmaktadır. Borç ödeyemez duruma düşen Osmanlı İmparatorluğu, borç ödeme işini Düyunu Umumiye İdaresi’ne bırakmak zorunda kalmıştı.

Benzer uygulama, farklı yöntem ve araçlarla günümüzde de yapılmaktadır ve işte VARLIK FONU bunun bir kılıfıdır. Ülkenin en değerli ve geçerli altın varlığını dışarıya aktarma kolaycılığı, “
Kemal Derviş yasalarıyla” Türk hukuk sistemine yerleştirilmiş ve 14 yıldır uygulanmıştır. Özelleştirmeler, toprak satışları, madenler, işletme imtiyazları ve kiralamalarla toplanan paralarla harcama yapılmış, bunlar yetmeyince dışarıdan borç alınmıştır. Bugün gelinen yer, borç alarak borç taksiti ödeme noktasıdır.

Varlık Fonu, iflasın ilanıdır !

Varlık Fonu, Düyun-u Umumiye’nin günümüzdeki devamıdır; onun yaptığı işleri yapacaktır. Yabancılarda bu sistemle kolay toplanan devlet gelirlerine el koyacaktır. Varlık Fonu uygulaması, bütçesi fazla veren zengin ülkelerin, refahın geleceğe taşınması için uyguladığı bir yapıdır.

Türkiye’de tam tersi bir amaç için uygulamaya sokulmaktadır. Belli ki, refah değil borç ve yoksulluk geleceğe taşıyacaktır. Devlet varlıklarının elde kalanları, yeni borç alabilmek ve ayakta kalmak için kullanılacaktır. 

Varlık Fonu’nun amacı; “dış kaynak temin etmek” ve “büyük ölçekli yatırımlara kaynak sağlamak” olarak açıklanmıştır. Bu açıklama, parasız kalmanın ve borç bulamamanın itirafı niteliği taşımaktadır.

Çünkü “Dış kaynak temin etmek”, yeni dış borç bulmak anlamındadır. Ayrıca, hükümet, “büyük ölçekli yatırımlara kaynak” ayırmamakta bunları kefil olarak özel şirketlere yap-işlet-devret ile yaptırmaktadır.

Bu nedenle, resmi açıklama gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçek şudur: Altınların rehine verilmesi yeterli sayılmamıştır ve para elde etmek için kalan devlet kurumları elden çıkarılmaktadır. Ziraat Bankası, BOTAŞ, TPAO, PTT, borsa İstanbul Anonim Şirketi, Türksat Uydu Haberleşme Kablo TV ve İşletme Anonim Şirketi, Eti Maden  , THY, Halkbank… evet bunların hepsi, İngiltere’ye aktarılan 450 ton altınlarımızı bekleyen sona doğru yola çıkarılmıştır.

AKP iktidarı döneminde Avrupa’ya kaynak aktarımı; dış borca ödenen faizlerden ayrı olarak, farklı yöntem ve araçlarla sürekli hale gelmiş durumdadır.

Türkiye, Gümrük Birliği Protokolü’nü imzaladığı 1995 yılından 2016 yılına dek, Avrupa’yla yaptığı dış ticarette verdiği açık 267 milyar dolardır. Bu açık; borç faizleri, özel şirket ve kişi aktarımları gibi açık olanlar dışındaki muazzam bir dolaylı kaynak aktarımıdır ve bütün bu gaflet ve hıyanetlerin hesabı elbette sorulacaktır.[4]

Normalde asla yanına yaklaşılamayacak ve kılına bile dokunulamayacak böylesine stratejik kuruluşların, olağanüstü hal dümeniyle, kanun hükmünde kararnamelerle, sorgusuz sualsiz, fona aktarılması tarihi bir skandaldır.

Seka gitti, Sümerbank gitti, limanlar komple gitti, madenler satıldı. Tekel gitti, Türk Telekom gitti, Telsim gitti, Tüpraş gitti, Erdemir gitti, Petkim gitti, Türkiye demir çelik işletmeleri satıldı.

Bankalar gitti, sigorta şirketleri gitti, araç muayene istasyonları gitti, şeker fabrikaları gitti, gübre sanayi satıldı. Özel hastaneler gitti, hipermarketler gitti, marinalar, feribotlar, oteller gitti, tuzlalar satıldı. Ne porselen fabrikası kaldı, ne kundura fabrikası, devlete ait 135 bin adet bina satıldı, dereler satıldı, ormanlar satıldı. Kısaca vatan topraklarımız ve stratejik kurumlarımız bir bir elden çıkarıldı. Ve şimdi, Meclis'i devre dışı bırakarak, Sayıştay denetimini devre dışı bırakarak, Hazine'yi devre dışı bırakarak, devlet ihale kanununu, devlet personel kanununu, rekabet kanununu, özelleştirme kanununu yok sayarak, THY'nin Ziraat Bankası'nın Halkbank'ın TPAO'nun Botaş'ın PTT'nin Türksat'ın Borsa'nın Milli Piyango'nun Çaykur'un Savunma Sanayi'nin tek adamın kafasına ve insafına bırakılması…

Tek adamın bu kuruluşlara ait milyarları kendi hevasına ve hesabına göre harcaması, kimseye hesap vermeden, keyfince, vergisiz denetimsiz, canının istediğini satması… 
Evet bu acı gerçekleri hiç hoşlanmadığınız adamlar hatırlatsa da, bunlar açıkça bir İFLAS’tır ve İNTİHAR’dır.

Varlık Fonunun 5 kişilik yönetim kurulu içinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Ekonomi Baş Danışmanı Yiğit Bulut da vardı ve bu şahsın çok karanlık bağlantıları ve bağnazlıkları konuşulmaktaydı.

Hükümet kararına göre, güya Fon Başbakan Binali Yıldırım'ın kontrolünde olacaktı. Ama, eğer Anayasa referandumunda "Evet" çıkarsa, zaten Başbakanlık diye bir şey kalmayacak, bütün yürütme yetkileriyle birlikte muhtemelen bu fon da Cumhurbaşkanlığına bağlı çalışacaktı.

O yüzden peşinen Varlık Fonu yönetimine Yiğit Bulut'un getirilmesinin şeytani bir mantığı ve amacı olduğunu kabul etmemiz lazımdı.

Zaten Ziraat Bankası kurucusu Mason Mithat Paşa'dan sonra şimdi Yiğit Bulut’un atanması bir tesadüf sanılmasındı. Kısaca diğer ülkelerdeki bu tür fonlarda, değer fazlası fona aktarılarak ülke geleceğine fazladan miras bırakılması hedeflenirken, biz de ise eldeki değeri daha fazla borç, evet belki daha düşük faiz umuduyla da olsa daha fazla borçlanmak amacıyla borç verenlere teminat olarak göstermek amaçlanmıştır.

Bu hamle Türkiye ekonomisinin gelinen noktada ne kadar dış borca bağımlılık ihtiyacı içinde olduğunu ortaya koymaktaydı. 
Şimdi ülkenin değerli şirketleri, alınacak faizli dış borç karşılığında teminat olarak sunulmaktaydı.

Yurt içinde ve yurtdışında finansman sıkıntısı 

Bu tür karanlık ve karmaşık FON hamlelerinin, aslında başlatılan projelerin finansmanını kolaylaştırmak ve bu işlemlerin kamu denetiminden çıkarılmasını sağlamak için yapıldığını düşünen ekonomistler ağırlıktadır.

Çünkü artık yurt içindeki bankalardan da yurtdışındaki bankalardan da istenen finansman temini zorlaşmıştır. Yurt içinden sağlanamamasının nedeni, "yurtdışından gelen ve sadece konuta ve lüks tüketime yönelen sıcak sermaye akımlarıyla çok hızlı bir kredi artışı ve borç batağı yaşayan Türkiye'de bu akımların kesilmesiyle finansal sistemin kredi hacminin sınırlarına yaklaşması yani iflasın eşiğine dayanmasıdır". Ülke içindeki kredi yaratma kapasitesinin içerdeki mevduat artışıyla sınırlı kaldığını ve bu artışın da giderek azaldığını düşünürsek, mecburen yurtdışından finansman sağlanması amacıyla dış sermaye bankalarına ipotek garantisi olmak üzere VARLIK FONU yapılandırılmıştır!

"
Bir anonim şirket olarak faaliyet gösterecek olan bu fonlar, en az beş kişilik bir yönetim kurulundan oluşmaktadır. Şirketin yönetim kurulu ve genel müdürünün hukuk, finans, ekonomi, maliye ya da bankacılık alanlarında en az beş yıl tecrübesi olması şartı vardır.

Şirket buna ek olarak gerekli gördüğü halde alt fonlar ve şirketler de kuracaktır. Yönetim kurulu tarafından hazırlanacak ve Bakanlar Kurulu tarafından onaylanacak 3 yıllık strateji planı çerçevesinde yönetilmiş olacaktır.

Türkiye Varlık Fonu’nun yönetim kurulu üyeliğine, tartışmalı ekonomik görüşleriyle bilinen Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Yiğit Bulut’un da dahil olduğu isimler atanmıştı.

TVF, yapısı itibariyle Sayıştay denetiminden muaf tutulacak, sadece bağımsız denetim şirketince hesaplarına bakılacaktı. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un bu şirketlerin daha iyi yönetilmesi için kurulduğunu öne sürdüğü TVF hakkında 
‘Düyun-u Umumiye’ benzetmesi boşuna yapılmamıştı. Varlık Fonu, referandum sürecinde adım adım ‘ekonomik kriz’e giden Türkiye’yi nasıl etkilemiş olacaktı?

• Fonun denetlenmesi nasıl olacaktır? Varlık Fonu ve alt fonları bağımsız denetime tabi olacaktır. Denetçiler belli aralıklarla fonun banka hesaplarını ve diğer varlıklarını inceleyerek bağımsız denetim raporlarını açıklayacaklardır. Buna ek olarak başbakan tarafından görevlendirilecek üç uzman tarafından hazırlanan rapor haziran ayının sonuna kadar bakanlar kuruluna sunulacaktır.

 Fonun kuruluşuna ilişkin resmi gazete kararında fonun 6362 sayılı Sermaye Piyasaları Kanunu kapsamında kurumsal yönetim düzenlemelerine uyacağı vurgulanmıştır.

 Fon nasıl finansman sağlayacaktır?

Fon, özelleştirme programında bulunan ve fona devrine karar alınan varlıklar ve Özelleştirme Fonundan Türkiye Varlık Fonuna aktarılmasına karar verilen nakit fazlasından finansman sağlayacaktır. Buna ek olarak Fon yurt içi ve yurt dışı sermaye piyasalarından da Fon banka ve diğer finans kuruluşlarından da teminatlı ya da teminatsız olarak borç alacaktır.

Fon adına finansman sağlanırken, fon teminat olarak ipotek, rehin ve kefalet sunacaktır. Yani fon elindeki varlıkları teminat göstererek borçlanmış olacaktır. Ve asıl bu amaçla kurulmuş bulunmaktadır. Evet: Sahipsiz Vatanın, batması haktır. Millet uyanırsa, kurtulacaktır!”

“SUKUK”: Faize Kira Kılıfı ! 

İslami bono” ya da “kira sertifikası” olarak bilinen "sukuk", aslında gayrimenkul kira gelirleri karşılığında çıkarılır ve vadesinin sonunda da senedin nominal bedeli üzerinden geri alınacağı garantisi sağlanır. Peki bu durumda tahvil ile sukuk arasında ne fark vardır? Tahvil belli bir faizi Garanti eder, sukuk ise tanımlanmış Gayrimenkul geliri olan kirayı Garanti eder. Aradaki önemli fark sukuk’ta tanımlanmış bir Gayrimenkul Kira gelirinin olmasıdır ve bu özellik sukuk'un tahvile göre risklerini biraz azaltır. 

Çünkü tahvil borçlanmasında belirli bir varlık karşılığında taahhüt söz konusu değildir. Böylece Faiz almak istemeyen yatırımcı için sukuk alternatif bir Yatırım aracı olarak sunulmaktadır. 

Yani “sukuk”; kıymetli mal varlıklarını ipotek gösterip “faiz”e kira kılıfı takmaktır. Gelelim sukuk’un finansal piyasalardaki hacmine… Son on yılda sukuk aracılığıyla 1.2 trilyon dolarlık varlık piyasaya sürüldü.

Peki kimler yapıyor bu işlemi en çok derseniz... En çok sukuk işlemini Batılı banka ve finans kuruluşları başlatmıştır. Örneğin Citibank otuz yıldır sukuk ve diğer İslami finans hizmetlerini veriyor. HSBC, Deutsche Bank, Commerzbank, Standard Chartered ve pek çok Batılı banka sukuk ihraç işlemleri yapmaktadır.

Hazine Müsteşarlığı, 18 Eylül 2012'de Citigroup, HSBC ve Liquity House üçlüsüne yetki vererek 1.5 milyar dolar tutarında sukuk satışa çıkarmıştı. Ve bu satışa yaklaşık beş katı talep artmıştı. 

Bu sukuk satışının önemli özelliği şöyle açıklanıyordu: Güya sukuk'un arkasında tanımlanmış bir gayrimenkul geliri olduğu için hem borçlanma maliyetini düşürüyor hem de gayrimenkullerin menkul kıymete dönüşerek ekonomiye kazandırılmasını sağlıyordu. Bu yolla Hazine 2018 vadeli ve 1.5 milyar dolarlık sukuk satışına yılda yüzde 2.8 Kira ödüyor, bir de elindeki gayrimenkulleri menkul kıymete çevirip ekonomiye kazandırıyordu. 
Yani millete ve devlete ait mal varlıkları ipotek gösterip borç alınıyordu.

“Sukuk”, basit anlatımıyla “faizsiz bono” diye yutturulmaktadır. Bono sahibine faiz yerine başka isimler altında ödeme yapılmaktadır. “Şeriat” kaidelerine göre, farklı borçlanma yolları olan: İcar karşılığı borçlanma; İcarah ürün karşılığı borçlanma “Muzara“, sulama karşılığı borçlanma “Musaqa”, ağaçlandırma karşılığı “Mugarasa” diye adlandırılan borçlanma yollarına benzetip toplumu aldatmaktır.

Ve hele “Sukuk”u “Selem Senedine” benzetmek tam bir sahtekârlıktır. Çünkü 
“Selem” para peşin, üretilecek ihtiyaç maddeleri ise birkaç ay sonra ödenmek üzere yapılan ve aslında faize alternatif sayılan bir alışveriş uygulamasıdır. 

“Sukuk” ise eldeki mal varlığını alınan borç karşılığı ipotek bırakıp, ödenecek faize “kira ve kâr payı” kılıfı takılmasıdır. Yani “Selem” üretimi artırmakta ve ucuzlatmakta, “Sukuk” ise tüketimi azdırıp faizi meşrulaştırmaktadır. Daha doğrusu faizli borç alabilmek için, en verimli ve kıymetli varlıkların ipotek bırakılmasıdır.

Standart&Poors’un Körfez ülkeleri finans kuruluşlarında yaptığı araştırmaya göre, Körfez ülkelerindeki fonların yüzde 80’i faizli olarak çalıştırılmaktadır. Yüzde 20’si ise güya faizsiz yatırım araçlarına bağlanmıştır.

Körfez ülkelerinde faizsiz yatırım araçlarına bağlanan paranın toplamının 1.2 trilyon dolar dolayındadır. 
AKP Hükümeti 2003 yılında sukuk ile borçlanmaya kalkıştı.

Biz o zaman kamuya (halka) ait malların ve kurumların bir varlık şirketine aktarılacağını, bu mallar mülkler karşılığı “İslam Bonosu” bastırılacağını, bu bonoların genellikle Araplara satılacağını ve dolaylı yoldan Siyonist sermayeye aktarılacağını yazdık. Kamu (halk), mülkiyetini devrettiği mala ve mülke kira sağlanacak, bu kira bedeli de faiz yerine İslam Bonosu satın alan Araplar eliyle küresel sermaye baronlarına kazandırılacaktı. Bunlara ödenecek kiranın belli bir faiz gelirinin altına düşmeyeceğinin garantisi de, bu işin “takiye”sini oluşturacaktı.

Oysa daha fazla borçlanmaya kılıf aramak yerine kendi kendimize yeter olmaya çalışılmalıydı ve Adil Ekonomik Düzen kaçınılmazdı.

Böyle “Sukuk” sahtekârlığı ve “Varlık Fonu” kılıflarıyla sadece Türkiye’nin iflası hızlandırılırdı. Bu fonun gizlenen amacı; işler iyice sıkıştığında dışarıdan finansman bulmak, gerekirse bu varlıklarımızı teminat gösterip borç almaktı. Halbuki yapılacak iş süratle ülkenin dış finansman bağlılığını azaltmak olmalıydı.

İkinci olarak; ülke içinde üretilebilecek ve geçmişte üretilen bütün ara malların ülke içinde tekrar üretilmeye başlanmasıydı. Bunu planlarken geçmişten daha verimli, yüksek teknolojiye dayalı üretim için çalışılmalıydı. Üçüncü acil işimiz tarımı yeniden canlandırmaktı. Birleşmiş Milletler 2050 dünya nüfusunu 9 milyar tahmin ediyor ve önümüzdeki dönemde en önemli konu gıdaydı, yani bu insanların ne yiyeceği olacaktı. Türkiye’nin bu alanda önünde altın fırsatlar vardı.

Bakınız Türkiye’nin sulanabilir ama henüz suyla buluşmayan 4 milyon hektar toprağı vardı. Son 10 yılda yaklaşık 27 milyon dönüm arazinin işlenmesinden vazgeçilmiş bulunmaktaydı. Doğru planlama, yüksek standartta paketleme ve pazarlama ile gerek tarım ürünleri, gerek tarım sanayi mamulleri gerekse hayvancılık gelirleriyle çok kısa sürede büyük bir dış ticaret fazlası oluşturma imkânı vardı. 41 bin kilometrekarelik Hollanda’nın tarım ve gıda sektöründe dış ticaret fazlası yıllık 44 milyar Dolardı.

Türkiye ise 780 bin kilometrekare ama bırakın fazlayı 7 milyar Dolar açık veriyor olması tam bir başarısızlıktı. Planlı bir tarım politikasıyla 3 yıl içinde 10 milyar Dolar dış ticaret fazlasına ulaşılırdı, 5 yıl içinde Hollanda yakalanırdı. Bütün bu sıkıntı ve sarsıntılar ortamında BAŞKANLIK MACERASI ise tam bir siyasi ve iktisadi intihardı.


Abdullah AKGÜL
Kur'an Meali Sahibi ve Özel Sektör Yöneticisi

Editör: TE Bilisim