Başta ÇYDD, CKD, ADD, TKB gibi STÖ’ler, ÇEKÜL, TEMA gibi vakıflar, eğitim kurumları, kadın kuruluşları, yerel yönetimler olmak üzere konuşma teklifi için aranıp “gelir misiniz?” diye sorulunca “gelmem mi? diye yanıt veren biriyim. Bu listeye MSM Yazarlık Bölümünden öğrencim olan Hande Balcan’ın röportaj önerisini ilave edin. Yanına da “Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar” adını taşıyan son kitabımla ilgili sorular soracağını katın. Akan sular durmadı dondu diyebilirim… Hande ile söyleşi için buluştuğumuzda yer yer derste imişiz gibi hissettim, bazen karşımda deneyimli bir meslektaşım varmış gibi düşünüp gururlandım, sık sık duygulandım sonunda ortaya bu söyleşi çıktı…1: Atatürk ile yaşamak nasıl bir his dersek, yazdıklarınızı okuyarak bu sorunun cevabına ulaşabiliyoruz. Peki, Atatürk’ü hissederek yazmak nasıl bir duygu?

Sevgili Hande! Sorduklarına bakılınca belli ki hem kitabı dikkatle okumuş, hem beni iyi tanımış, hem de ilgi alanlarımı, olmazsa olmazlarımı yakından izlemişsin. Gerek yazılarımda, gerek konuşmalarımda, gerek derslerimde, gerekse günlük yaşamımda adı geçtiği anda heyecana kapılan, sesi titreyen, gözleri sık sık dolan iflah olmaz bir Atatürk sevdalısı olarak! Bu konuyu iliklerime kadar hissetmesem bu zorlu işe kalkmaz, (kendimi dışında tutarak, gelen dönüşlerden yola çıkarak söylüyorum,) duyduklarımı bu kadar başarıyla karşıya, okurlara geçiremezdim. Yıllara ve yollara dayanan bu tutku, aldığım notlar, kitapta sözünü ettiğim gibi yurt içi ve yurt dışı konuşmalarımda ki tanıklıklarım hissederek yazma nedenlerimin başında gelen etmenlerdi.(s, 30 Suriye’deki taksi şoförünün Atatürk hayranlığı, Tunus’taki Atatürk Caddesi, Kübalı damadın Mustafa Kemal sevgisi gibi)

İstanbul Times Haber Merkezi

2: Yazın hayatında bugüne dek Atatürk ile ilgili yazılmış birçok türde kitap var. Biyografi, araştırma vs. Siz O’na mektup yazmayı tercih ettiniz. Mektup seçeneğine sizi iten başlıca sebep neydi?  

Konuşma tarzıma, anlatış biçemime, duygusal ifademe çok yakın bulduğum için mektup türünü tercih ettim. Bu türü kendime daha yakın bulduğum gibi içimden geçenleri daha samimi, daha içten, daha yalın, daha özgün ifade edebileceğimi düşündüm. Nitekim haddimi ve hakkımı aşan övgü dolu iletilerden de yanılmadığımı anladım. İyi ki bu yolu tercih etmişim diye de kendi kendimi kutladım!

Bu sorunuza açıklık getirmek adına şunu da ilave etmeden geçemem. Liseden başlayıp üniversiteye uzanan eğitim yolculuğumda; Türk Dili ve Edebiyatı,  Devrim Tarihi, Tiyatro Tarihi, Etkili İletişim, Yaratıcı Yazarlık derslerine giren biri olarak, bu disiplinlerin hakkını vermeye çalıştım. Yazılarımda, konuşmalarımda, kitaplarımda hep bu derslerin içeriğinin izlerini sürdüm. Bu kitabı mektup şeklinde kaleme alırsam duyarlı, öyküsel, anılara öncelik veren, geçmişle gün bağlantısı kuran, türler ve nesiller arası buluşmayı sağlayan, bazen belgesel, bazen duygusal, ama hep sorgulayan ve düşündüren bir anlatım yolu izleyeceğimi düşündüm. Ayrıca bu seçim benim gerek derslerimde ki anlatım biçimime, gerek yazılarıma, gerek konuşma tekniğime çok uygun olduğundan okuru sıkmayacağını düşündüm.

Çünkü karakter olarak duygusal bir alt yapım, çabuk etkilenen, çabuk hüzünlenen ve hemen umuda kapılan bir yapım var. Kitapta da altını çizdiğim gibi bu kitabı yazmaya başladığım andan itibaren başlıca kaygım bu ağır yükün altından nasıl kalkacağım idi. Neden derseniz, çok yanıtı var bu sorunun. Konu başlığım, kahramanımın büyüklüğü, kitabın ağır yükü ve sorumluluğu, anlatacaklarımın çok, örneklerin derya deniz, okurun sabrının sınırı, kitap piyasasının durumu malumken kaygı duymamam mümkün değildi. 1995 yılında okurla buluşan “Öğretmenin Günlüğü” adlı kitabımı yazarlık yolculuğumun ilk adımı, kanıtı, tanığı ve işaret fişeği sayarım. Ancak “Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar” adını taşıyan bu kitabı yazarlık hayatımın en zorlu sınavı, en onurlu görevi saydığımı ve bu çalışmamın Atatürk’e duyduğum vefa, minnet, şükran borcumu ödeme çabası olduğunu belirtmeden ve bu kitabın benim başyapıtım olduğunun altını çizmeden geçemem…

3: Sizi Kars’ın karlı dağlarından alıp öncülük eden, rehber olan Atatürk’e olan borcunuzdan bahsediyorsunuz her fırsatta. Sizce Atatürk’e olan borç onu yazmak ve ilkelerini yaşatmak dışında başka nasıl ödenebilir?

Atatürk’e olan vefa, minnet, gönül borcumuz ne yaparsak yapalım ödenmez diye düşünlerdenim. Kimi yazarak, kimi anlatarak, kimi konuşarak, kimi araştırarak işin bir ucundan tutar. Ancak önemli olan yaptıklarını yadsımamak, görmezden gelenlere bıkıp usanmadan anlatmak, yeni kuşaklara ne olduğunu sıkı belletmek ve yolundan ayrılmamakla olur. Bunu yapmak özellikle günümüzde kolay mı? Değil. Ama borcun ödenmesi ve aydınlık yarınlar adına zorunlu…

“Borcumu ödedim!” diyemem, çünkü bu çok iddialı olur, ödemeğe çalıştım diyebilirim ancak. Bizlere örnek bir vatan bırakıp, aydınlık bir yol çizen öncü bir lidere sahip olmanın gururuyla; Hele de gözlerin kapalı, kulakların sağır, ağızların mühürlü olduğu, yaptıklarının göz ardı edildiği günümüzde, O’nu yazmak, O’nu okumak, O’nu anlatmak, O’nu anlamak, o günlere ait pencereleri aralamak ve özellikle tanımayanların ve gençlerin meraklarını diri tutmak zorundayız…

4: Kitapta en duygulandığınız bölümün, “Kişisel Tanıklıklarımla Atatürk” bölümü olduğundan bahsetmişsiniz. Dünya’nın çeşitli yerlerinde Atatürk’e duyulan hayranlık ve saygıyı yazarak O’nu yaşamışsınız. Okuyarak da bizlere yaşattınız. Peki, gidip tanık olduğunuz ülkeler ile ülkemizi kıyasladığınızda “Kendi ülkemde Atatürk’e yapılan en büyük ayıp” dediğiniz olay nedir?

Maalesef son yıllarda bunun zirve yaptığını görüyoruz. Batı’nın örnek alıp sahip çıktığı, mazlum milletlerin baş tacı ettiği, dünyanın pek çok yerinde adının caddelere, sokaklara, bulvarlara verildiği büyük öndere ülkemizde yapılanlar; benim eğitimci, yurttaş, kadın kimliğimi çok acıtıyor ve incitiyor. Adının stadyumlardan, hava alanlarından, köprülerden, kültür merkezlerinden kaldırılması, ders kitaplarından silinmesi unutulmasın ki O’na olan ona bağlılığı daha çok artırıyor, adının kaldırıldığı yerler resmi yazışmalarda kullanılsa da halkın gönlünden, belleğinden, dilinden silinmiyor. Sırladıklarımın hepsi vefa adına, değerbilirlik adına, ağızlarından düşürmedikleri “muhafazakârlık”, “milli ve manevi değerler!” adına benim için ayıptır, affedilmezdir, unutulmazdır…

İki örnekle sorunuzu açarsam; Yıllarca tatil yaptığımız Şile’de; Sahilde oğlumla oynayan 3 yaşındaki oğluna Mustafa Kemal diye seslenen ve son derece akıcı Türkçe konuşan Dr. Williy Brandt’ın yanına işin aslını faslını öğrenmek için heyecanla koştuğumda ondan dinlediklerimi unutamadım. “Babam uzun yıllar Türkiye’de kaldığı için kendimi Türk dostu olarak kabul ediyorum. Büyük Atatürk’e duyduğum saygıdan ötürü oğlumun adını Mustafa Kemal koydum!” derken yüzüme yansıyan ve gözlerimi dolduran duyguyu hiç unutamadım…

Bakü Devlet Üniversitesinde’ki konuşmamın bitiminde söz isteyen kadının;  “Sizin ne işiniz var Arap’la? Koskoca cumhuriyetiniz var. Dalınızda, önünüzde Böyük Atatürk var. Men Atatürk’ün önünde baş eğirem” sözünü ayakta alkışladığımı unutamadım. Buna benzer pek çok örnek var ama kitabın büyüsünü bozmamak adına geçiyorum…

5: Okulumuz Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde bizlere verdiğiniz Yaratıcı Yazarlık derslerinden yola çıkarak işlediğimiz derslerde de kadınları anlatmaktan, haklarını haykırmaktan asla vazgeçmiyorsunuz. İşlediğimiz derslerde konu hep o kısma da geliyor. Öğrenciniz olarak bu özelliğinize hayranım. Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar’da da “Atatürk ve Kadınlar” “Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Hakkı” gibi bölümler yer alıyor. Buradan, kitabınızın içeriğini de harmanlayarak bir kadın olarak hemcinslerimize neler söylemek istersiniz?  

Derya- deniz bu soruna verecek çok yanıtım var. Girersem çıkamayacağım kadar kapsamlı ve güncel bu sorun için anlatacak çok şeyim var.

Her kadının bir öyküsü, her öykünün bir kadın kahramanı olduğunu gören,13 kitabından 5’inin konusu “kadın” olan bir yazarım. Ayda ortalama 35-40 kadının öldürüldüğü, saçlarını süpürge ederken saçlarından sürüklenen kadınların, 15’de evlenip, 35’de nine olanların yaşadığı sorunları iyi bilenlerdenim. Baba, ağabey, koca, toplum dayatmasıyla baş etmeğe çalışırken çekip giden, göçüp giden, kayıp giden kadınların dramını dile getirenlerdenim. Evinde işsiz eşi, duvara astığı diplomasına umutsuz ve çaresiz gözlerle bakan evlatları, aşsız mutfağıyla yaşam savaşı veren annelerin neler çektiğini gözleyenlerdenim. Takım elbise giydiği için iyi hal indirimi alanların; yakarak, ezerek, bıçaklayarak, camdan atarak, kulağını kesip yüzünü parçalayarak hunharca öldürdüğü kadınların durumunu ve dramını yazılara, konuşmalara dökenlerdenim…

Sitemleri, istekleri, hayalleri görmezden gelinen kadınların ortak kaderini ve kederini yazarken ülkemizden dünyaya açtığım pencerelerde şunu gördüm ki; “Çilenin coğrafyası yoktu!” ve gözyaşının rengi hep aynı, sorun her coğrafyada ortaktı. Daha eşit bir dünya için benim önerim şu; Öncelikle kadının kadına, toplumun kadına, erkeğin kadına, yasaların kadına, yönetimin kadına bakışının değişmesi gerekir.

6: Atatürk’ü anlatmayı ve yazmayı en büyük borcunuz olduğunu ve bu borca da geç kaldığınızı düşünüyorsunuz. Sizin için bunun zamanı ne zamandı? Neden geç kaldığınızı düşünüyorsunuz?

Kitabın önsözünde değindiğim gibi konuşma yaptığım yerlerde olsun, derslerimde olsun, konferanslarımda olsun hep şu soruyla karşılaştım; “Bir ömür verdiğiniz bu konuda neden bir kitabınız yok! CV’nizde onlarca kitap var, bu konuda yazılmış kitabınız yok. Ne zaman yazmayı planlıyorsunuz? Sizce geç kalmadınız mı? Atatürk’ü anlatım tekniğinden ve sesinize yansıyan coşkunuzdan yola çıkarak kaynak olarak sizin kaleminizden çıkan bir Atatürk kitabınızı tercih etmek isterim.” şeklindeki sorular beni hem üzen, hem düşündüren, hem de artık daha fazla geç kalma dedirten sorulardı. Ancak kahramanımın büyüklüğü, her konuda hakkında yazılan kitapların çokluğu, bu zorlu sorumluluğun altından kalkabilir miyim sorusu hep ötelememe neden oldu. Ne zaman ki üniversitelerde yıllarca okuttuğum Devrim Tarihi derslerinin kaldırıldığını, içeriğinin çok değiştiğini gördüm. Gün bugün deyip hem öğrencilerime bir başucu kitabı hazırlamak, hem okurlarıma verdiğim sözü tutmak istedim. Pandemi sürecinde de zamanım çok olduğu için krizi fırsata çevirip çok istediğim bu kitabı 29 Ekim’de okurla buluşturdum.

7: Atatürk’ü okul sıralarına oturduğumuz ilk zamanlar daha da yakından tanımaya başlıyoruz. Tanımaktan ziyade onu iliklerinize kadar hissettiğiniz anı bizlere aktarır mısınız?

Kendimi bildim bileli Büyük Atatürk’ü anlamaya, tanımaya çalışan biriydim. Geçenlerde bir televizyon programında da söylediğim gibi Atatürk benim için bitmeyen bir senfoni gibidir. Tam da burada biraz gerilere giderek sorunuzu yanıtlamaya çalışırsam! Küçüktüm, evimizin ve resmi kurumların duvarlarını süsleyen resimlerine bakar, çocuk aklımla yaptıklarını anlamaya çalışır, ama O’nu severdim. Büyüdüm. Ailem ve çevrem O’nun başardıklarını anlattıkça O’nu tanıdım ve O’na saygı duydum. Okullu oldum. Öğretmenlerim; Cumhuriyeti ve devrimleri öğrettikçe O’na hayranlık duymaya başladım. Yaşlandım. Küçüklüğümün, çocukluğumun, okul yıllarımın Atatürk’ünün gözümde ve gönlümde her gün biraz daha büyüdüğünü, yüceldiğini gördüm. O’na ve eserlerine sahip çıkmayı vazgeçilmez görevim saydım. O nedenle adı ister dayısının çiftliğinde kargaları kovalayan Mustafa olsun! İster Ulusal kurtuluş savaşının başkomutanı Gazi olsun! İster Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Kemal olsun! İster uygar dünyanın kapılarını bize açan Atatürk olsun! O GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK olarak, beynime de belleğime de kazınmıştır.

8: Atatürk’ün 6 Ekim 1924’te Kars’a ilk gelişinde, Atatürk’e çiçek sunma onuru; dönemin Belediye Reisi Cihangirzade İbrahim Bey’in 10 yaşında olan yeğeni Hediye’ye verilmiş. O küçük Hediye’de sizin anneniz…

Annenizin küçük yaşlarında yaşadığı bu heyecan ile ilk tanıştığınız andan ve bu anı kendi çocuklarınıza aktardığınız anlardan bahseder misiniz? 

Çocukluğu yoksulluk Türkiye’sinde başlayan, onda derin izler bırakan, çok çocuklu, çok kardeşli bir ailenin büyük kızı olan, yetişme sürecine çok şey sığdıran annem hayatının sonuna kadar bu anısını hiç unutmadı. Annem eski yazıyı da yeni yazıyı da aynı rahatlıkla okuyup yazan, duruşuyla çizgisiyle düşünce ve davranışlarıyla ödünsüz bir cumhuriyet kadınıydı. Her fırsatta ailesine, dostlarına, çocuklarına ve torunlarına o özel anısını geçmişe dalarak ve gözleri dolarak anlatıp dururdu. Bende ondan bu özel anısını her dinlediğimde ilk kez dinliyormuş gibi heyecana kapılır, yine ve yeniden anlatması için ısrar eder ve aynı coşku ve dikkatle dinlerdim onu. Günün birinde kitaplara dökeceğimi hiç düşünmeden…

Rahmetli anneme göre Atatürk’le olan eşsiz dostluğum çok eskilere dayanırmış. Çocukluk yıllarıma, zorlanırsam biraz da bebekliğime! Bitip tükenmez sorularımı büyük bir sabırla cevaplayan annemden duymuştum; “Gazi’nin asker, sivil, tahta başında, dans ederken muhteşem gülümsemesiyle duvarlarımızı süsleyen resimlerine, dünyayla ilişkini keserek bir heykel gibi hareketsiz durarak bakardın. Ta ki, “kıymalı makarna yaptım, yemeyecek misin?” sorusunu duyana kadar. Yemeğin biter bitmez kaldığın yere döner, sanki O’na bakarak büyülü bir yolculuğa çıkar, yaşıtlarınla oynamak yerine boyundan büyük sorular sorardın. Bitip tükenmez soruların, sana erken okuma yazma öğretmeme neden oldu. Okumayı sökünce, sorular bitti, herkes yerine sen konuşur oldun!” Annemin Atatürk’le dostluğumun arka planına ait bu sözlerini unutamam…

9: Atatürk’ü kendisine rehber edinen biri olarak, “Atatürk’ü anlatmak için birçok nedenim” var diyerek çıktığınız bu yolculukta size eşlik eden başucu kitabınız mutlaka vardır, nedir? Başucu kitabınız hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?

Kitabın kaynakça bölümünde de altını çizdiğim gibi zengin bir kitaplığımız var, ağırlıklı olarak Atatürk ve Cumhuriyet dönemini kapsayan. Ancak özel olarak etkilendiğim ve başucumdan ayırmadıklarım nedir derseniz. Falih Rıfkı Atay derim. Şevket Süreyya Aydemir derim. Yakup Kadri Karaosmanoğlu derim. Turgut Özakman derim. Özellikle de F. Rıfkı Atay’ın; “Gençler! Bizim çektiklerimizi çekmemek ve bu ulusa çektirmemek için sizde O’nu

iyi tanıyınız. Mustafa Kemal bizimdi. Atatürk sizindir.” Sözünü ezber ettiğimin, yaşam mottom saydığımın altını çizerim…

10: “Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar” kitabınızın yazarlık hayatınızın en zorlu sınavı, en onurlu görevi olduğunu belirtiyorsunuz. Bu zorlu sınav sonlanırken, kitabınızın son cümleleri dökülürken neler hissettiniz? Onurlu görevinizden nasıl ayrıldınız?

Büyük harfleri okuyan ama küçük harfleri yazamayan bir çocuk olarak, Gazi İlkokulu’nun kapısından içeri ürkek adımlarla girerken, daha sonra Atatürk Üniversitesi’nden mezun olacağımı ve bu iki özel ismin yaşamım boyunca ağırlığını, aydınlığını başımda ışıltılı bir taç gibi taşıyacağımı bilemezdim kuşkusuz! Hele de adı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olan bitmez tükenmez öğretiyi hiçbir zaman bitiremeyeceğimi düşünemezdim! Bu yol haritasıdır ki bugün bir kitap olarak ortaya çıktı ve sorular sordurarak beni sizin karşınıza oturttu…

Kitabın her bölümünde çok heyecan duydum, yayınevime söz verdiğim teslim tarihi yaklaştıkça şunu fark ettim. 10 Kasım’ı yazmamak içir özel olarak direniyor, ayağımı sürüklüyor, sanki kahramanımdan ayrılmak istemiyormuş gibi kendimce bahaneler icat ediyordum. Sonunda daha fazla kaçamayacağımı anladım, o bölümü yazarken klavyenin başından kaç kez kalktığımı, gözyaşlarımı kaç kez sildiğimi bir ben bilirim, bir de ben…

11: “Mektuplar, Edebiyat dünyasının oksijenidir” dediğiniz satırlarınızı okuyoruz kitapta. Yazdığınız bir mektubun Atatürk’e ulaşması mümkün olsaydı, hangi mektubunuzu okumasını istersiniz, niçin?

Bu ilginç sorunuza hiç düşünmeden ulusal bayramlarda yazdıklarım der, özelikle de 23 Nisan’da yazdığım mektubumu okumasını dilerdim.  Çünkü ben bu kitabı kalemimle değil, yüreğimle yazdım. Bu mektup benim yıllar sonra da olsa çocuk aklımın ve gençlik cesaretimin yazdırdığı bir kitaptır. Çocuk Neşe’nin, öğrenci Neşe’nin, eğitimci Neşe’nin, yazar Neşe Doster’e yazdırdığı bir kitaptır. Kitabımın kahramanının bu gerçeği bilmesini çok isterdim…

12: Kitabın sonlarında bir oyun ile karşılaşıyoruz. Oyun hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Kitapta da belirttiğim gibi Üsküdar Amerikan Lisesi özel günlerde çok sık davet aldığım, konferanslar verdiğim bir okuldur. Birkaç yıl önce 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı için okul yönetimi bir oyun yazıp sahnelememi isteyince düşünmeden evet dedim. Daha önceki deneyimlerimden yola çıkarak, tiyatro tarihi hocalığıma da fonda tutarak hemen provalara başladık. Yer yer bende rol aldım, ekip ruhu ve Atatürk sevgisiyle sahneye taşıdık. Pek çok kez sahneledik, çok olumlu tepkiler alınca da farklı okullarda yararlanır düşüncesiyle kitabıma almak şart oldu.

13: Adı Gazi olan ilkokulu, adı Atatürk olan ortaokulu bitirmiş; adı Atatürk olan üniversiteden mezun olmuşsunuz.  Adı Cumhuriyet olan lisede öğretmenlik yapmışınız. Şimdi de adı “Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar” kitabının yazarısınız. Hayatınızın merkezinde kimin olduğu aşikâr. Bu merkezi saptırmaya çalışanlar ile karşılaşmışsınızdır. Bu yönde bugüne kadar aldığınız en tuhaf tepki neydi?

Yurt içi yurt dışı konuşmalarımda ilginç sorular, art niyetli çıkışlar, salonu sabote eden protesto alkışları çok sık karşılaştığım olaylardır. Ancak özel üniversitelerin birinde Atatürk’ü anlatırken bir grubun topuklarını yere vura vura, kendi aralarında yüksek sesle konuşarak, çok yavaş adımlarla salonu terk edişi karşısında gösterdiğim refleksi unutamadım. Salon bana, ben çıkanlara bakarken, nasıl bir tepki vereceğim beklenirken kendimin de şaşırdığı bir sükûnetle salona dönüp; “Değerli Konuklar! Mankenler podyumu terk ettikten sonra konuşmama kaldığı yerden devam edeceğim!” dedim, yoğun bir alkış aldım, çıkanlar hızlandı ve ben coşkuyla konuşmamı sürdürdüm…

14:  Atatürk’e Hasret Mürekkepli Mektuplar kitabınız, yazarlık serüveninizde nasıl bir rol oynuyor? Bu kitabı yazma amacınıza satırlarda şahit oluyoruz. Bir de buradaki okuyucularımız ile paylaşır mısınız?

Kitapta da değindiğim gibi bu kitap yazarlık serüvenimin taç beytidir. Eğer bu kitabı yazmasaydım, varlığıyla 57 yıl, yokluğuyla 83 yıldan beri bizimle yaşayan, bize yol gösteren bir liderin kısa yaşamına sığdırdığı müthiş koşuyu dilimin döndüğünce anlatmasaydım beni Kars’ın karlı dağlarından alıp bir baltaya sap eden büyük lidere karşı görevimi yapmamış olurdum. Yıllardır bu konuya emek veren bir eğitimci- yazar olarak bildiklerimi okurla buluşturmasam yarınlara karşı mahcup olurdum. Hiç değişmeyen Atatürk sevgimle, hiç değişmeyecek olan Kemalist çizgimle, içinde büyüdüğüm ve içimde büyüttüğüm Cumhuriyet bilinciyle içimden geçenleri kaleme dökmezsem görevimi yapmamış olurdum.

15: “Eskiden kasveti dağıtan bir Türkiye vardı” cümlelerinizin devamında günümüz Türkiye’sini değerlendirir misiniz?

İçimi acıtan bir soru sordunuz yine. Ben mezun olduğumda 3 yerde işim hazırdı. Liselerde öğretmenlik, okulda asistan olarak kalmak, ya da özel teşebbüste kariyer yapmak. Ben memleketim olan Kars’ta öğretmen olmayı yeğledim. Şimdi farkı disiplinlerde farklı üniversitelerde ders veren biri olarak görüyorum ki öğrencilerimin tek kaygısı işsizlik, tek amacı kapağı yurtdışına atmak, tek istekleri bir işe girmek. Hayal yok, umut yok, gelecek kaygısı çok. O nedenle “Eskiden kasveti dağıtan bir Türkiye vardı” sözünü bilinçli kullandım.

16: Son olarak Cumhuriyet kuşağına neler söylemek istersiniz?

Özelde öğrencilerime, genelde cumhuriyet kuşağına derim ki; Atatürk’ün ayak izlerinden ayrılmayın, Cumhuriyetin destansı sayfalarında daha sık dolaşın…

Çünkü Büyük Atatürk’ün ayak izlerinde dolaşırken; Önümüze farklı ittifaklar, pek çok cephede yaşanan muharebeler, iç ve dış çatışmalar, zorlu koşullarda kazanılan ve kaybedilen savaşlar, yapılan- bozulan anlaşmalar çıkar…

Bitmedi. Saymakla biter mi? Yine hilafet- saltanat- padişah üçlüsü, saltanatın yıkılması, hilafetin kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, devrimler, sanayi atılımları, eğitim seferberliği, kadın-erkek eşitliği gibi birkaç ömre sığdırılacak başarılar çıkar.

Anadolu çıkar, Balkanlar çıkar, Selanik çıkar. Kadın- erkek eşitliği, çağdaşlık, laiklik, çevre duyarlılığı, çocuk, hayvan sevgisi, tango, Türk müziği, tiyatro- opera çıkar. Özetle savaştan savaşa koşarken 57 yıllık hayata sığdırılan gerçek bir destan çıkar.

Tenis maçı izleyen, yüzdükten sonra sahilde kumda oturup denizi seyreden, kürek çeken, ata binen, konser izleyen, tiyatroya giden, dans eden, tango yapan, heykel inceleyen, salıncakta çocuk gibi sallanan bir lider çıkar.

O koşullarda son derece şık ve uyumlu giyinen, köpeği olan, sokakta çocuklarla, okullarda gençlerle, cephede askerle, komutanla, tarlada köylülerle, sofrasında şairlerle, yazarlarla, fuayede sanatçılarla bir araya gelip sohbet eden bir önder çıkar.

Özetin özeti derseniz!  İnsan olmak, lider olmak, önder ve öncü olmak çıkar. Nokta…

O halde şunu iyi görmek, sıkı bellemek, unutmamak ve ezber etmek gerekir! Ulusal bütünlüğün yolu, siyasi istikrarın yolu bu ayak izlerinden ayrılmamaktan geçer. O güçlü liderin yaptıklarını izlemekten geçer. Geçmişten ders alarak ilerlemekten geçer.

İstanbul Times Haber Ajansı (İTHA)

Röportaj: İstanbul Times /Hande Balcan

Editör: TE Bilisim