Estonya Feribotu Sendromundan bahsedeceğim biraz. Estonya Feribotu, 28 Eylül 1994 tarihinde Baltık Denizi’nde batar. Estonya’nın başkenti Tallinn’den İsveç’in başkenti Stockholm’e giden 989 yolculu feribottan sadece 137 kişi kurtulur, 852 yolcu boğularak yaşamını yitirir. Geminin batması bir saat sürmüş ve ölenlerin çoğu çok iyi yüzme bilmesine rağmen hayatlarını kaybetmiştir.

Peki ya neden kurtulmak için bir çabaya girmemişlerdir ?

Olayın ardından kazadan kurtulanlar ve vefat edenlerin yakınları ile görüşülür. Ve 137 kişinin geminin batmaya başlamasıyla birlikte kaçıp kurtuldukları tespit edilir. Geri kalan 852 yolcu ise gemi kaptanı “Panik yapmayın, dünyanın en güçlü feribotusundasınız” dediği için su boşaltma işlemini izler. Sular yükselip gemi ağır ağır batmasına rağmen yolcular terk etmez.

Bir saatin ardından feribot tamamen yan yatarak sulara gömülür. 852 yolcu feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar batışını izler ve hiçbir şey yapmazlar. Ve bu olay tarihe, psikoloji kitaplarına “Estonya Feribotu Sendromu” olarak geçer.

**

Dünya’nın en iyi feribotunda olduğu bilgisi, insanları yaşam mücadelesi vermekten alıkoyuyor demek ki.

Bir başkasının güven verici cümlelerinin altına sığınarak asıl olan bitenden uzaklaşmak da daha kolay geliyor...

Bu bahsettiğimiz sendrom ile sürekli karşılaşmıyor muyuz? Tehlike içinde olsak dahi hep algıyı farklı yöne çeken cümleler işitiyoruz.

“Çok güçlüyüz” cümleleri ile avunuyoruz. Sahiden güçlü müyüz? Peki ya başımıza bir şeyler geldiğinde aldığımız önlemler nereye kayboluyor?

Ben şu an insanların ne yöne gideceğini şaşırdığı, her geçen gün yeni bir olayla karşılaşıp neler yapacağını bilmediği, kime kulak vereceğini seçemediği, hangi göze inanacağını kestiremediği, dünün bugünden bir nebzede olsa daha iyi olmasını istediği, süslü cümleler duymaktan sıkıldığı, gerçeklerin sesi ile yalan söylemlerin birbirine karışmadığı yerden bildiriyorum: bu nokta enkaz.

Konuşan çok, önlem alan yok. Tüm felaketler ile karşılaşınca da konuşulanlara güvenen insanlar da kendileri için çabalamıyor. Böylece topluca akıntıya gidiyoruz.

İzmir’de yaşanan deprem...

Yaşanan bir doğal afet. Fakat ortada “ihmal” olduğu gözümüze girecek kadar da aşikâr.İşin trajik yanı da bir olay başımıza geldikten sonra önlem almaya başlıyoruz. Öncesinde değil...

Nietzsche, “Depremin imtihan olduğu doğrudur. Ama din imtihanı değil, mühendislik imtihanıdır” der.

Kader diyerek kabullenişe geçiyoruz. Araştırıp, sorgulamayı yıkıntının altında bırakıyoruz. İhmallerin sebeplerini, enkaz altından kurtarmak gerek.

Eğer Estonya Feribotu’ndaki gibi karşıdan bakıp izlersek hiçbir olayın önüne geçemeyiz.

Aynı şeyler yapıp farklı sonuçlar beklemek, olası mıdır sizce?

İnsanın insana ne kadar zarar verebileceği bilincinde olup, yine de insanın insandan başka tutunacağı dal olmayışının kavram kargaşası içinde geçen günler; şu yaşadığımız günler!

‘Ben demiştim’leri kendine saklı kalsa insanın.

Belki’ler

Oysa’lar

Lakin’ler

Dursa!

İnsan, biraz olsun sussa!

Yalnızca gerekeni yapsa...

İstanbul Times / Hande Balcan