Ülkemizi karıştırmak isteyenlerin hevesleri kursaklarında kaldı ama hala emellerinden vazgeçmiş değiller. Aslında vazgeçmelerini beklememek lazım.

Çünkü kural bu.

Dünya bir sınav yeri. Bir şekilde sınava tabi tutuluyoruz. Bu sınavda her türlü fitneye, hastalığa, yokluğa ve daha bir çok zorluğa karşı test ediliyoruz. Allah’ın izniyle başarılı olabilirsek ebedi hayatta bizi çok güzel günler bekliyor. Binaenaleyh, ahirete göre okyanusta bir damla bile sayılmayan bu dünya için çok da kafamızı yormamamız lazım…

Yormamaktan umursamamak anlamını kastetmiyorum tabii ki. Ebedi hayatta bize lazım olacak doğru bildiklerimiz için elbette mücadele edeceğiz. Sıkıntılara karşı sabır göstermekle birlikte elbette dik durmasını bileceğiz.

Ama geriye dönüp baktığımızda ne imparatorlukların, ne padişahların, ne zengin, ne şöhretlilerin gelip geçtiğini göreceğiz. Ne azgınların, ne Allah bilmezlerin, ne hak, hukuk tanımazların ömürlerinin sonuna kadar bağırarak, çağırarak ve bir türlü de emellerine ulaşamadıkları için huzursuz çekip gittiklerini duyarız, okuruz…

Firavunlar dün de vardı, bugün de var, yarın da olacak. Özetle; inananlarla inanmayanların, iyilerle kötülerin mücadelesi dünya kurulduğunda beri var, kıyamete kadar da devam edecek.   

Önemli olan yüzümüzün akıyla Allah’ın huzuruna varabilmek…

İşte bunun için “Çanakkale Ruhu” dedik yazımızın başlığına. Geçtiğimiz günlerde Çanakkale’ye gitmiştik. O gezi ve ziyaretlerle ilgili uzun bir yazı yazdık. Ama Çanakkale Destanı öyle bir yazı, bir kitap, bir belgeselle geçiştirilemeyecek kadar derslerle dolu ki bugün de o konu ile ilgili biraz sohbet etmek istedik sizlerle…
Çanakkale Savaşları’nın, o günün fiziki şartlarıyla kazanılması mümkün değil. Her yönüyle düşman tarafı çok üstün. Son savaşlarından yenilerek çıkmış ve “hasta adam” yakıştırmasıyla hor görülen Osmanlı’nın böyle bir savaşa dayanmasına bile ihtimal verilmiyordu…

Pekiyi ne oldu da, “birkaç haftada biter” gözüyle bakılan, ancak tüm imkansızlıklara rağmen 8 ay düşmana karşı aslanlar gibi mücadele edilen Çanakkale geçilemedi?    

İŞTE BUNLAR İÇİN GEÇİLEMEDİ

Daha önce de yazmıştım ama okuyamayanlar için yeniden hatırlatmak istiyorum. Çanakkale, bunun için geçilememişti:

>>Kayıp sayısı o kadar artıyor ki, artık seferberlik için yaşa değil kiloya bakılıyor. 45 kilogramın üzerinde herkes askere çağrılıyor. Ve gidip dönmeme ihtimaline karşın kendini kilolu göstermek için uğraşan gençler, askerlik çağı gelmemesine rağmen ilgili makamlara akın ediyor…

>>Savaşların bitiminde yabancı bir gazeteci Atatürk’le röportaj yapıyor. “Çanakkale Savaşları sırasında anlatılacak binlerce bireysel zafer var. Ama ConkBayırı’ndaki bir başka” diyen Atatürk, röportajda şöyle diyor:
“ …siperler arasında mesafemiz sekiz metre, ölüm kesin…

Birinci siperdekilerin hiçbiri kurtulamıyor, ölüyor, ikincidekiler onların yerine geçiyor. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılma yok! Okumak bilenlerin elinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek Allah Allah nidalarıyla taarruza geçiyorlar. Emin olunuz ki, Çanakkale Savaşlarını kazanan bu yüksek ruhtur…”       

AĞIR YARALILAR GÖZDEN ÇIKARILMIŞ

Savaşların şiddetli, en kayıpların yaşandığı ve çok sayıda yaralının olduğu dönemde artık ağır yaralılarla ilgilenilememiş, sadece ağrı kesiciler verilerek bir yerde ölüme terk edilmiş. İşte o sıralarda sıhhiye çadırına getirilen ağır yaralı askerlerden birini muayene eden doktor en zor kararıyla karşı karşıya kalmış. Çünkü; ağır yaralı asker doktorun oğluymuş. Ama durumundan ümit kesildiği ve yarası kurtarılacak diğer askerler için vakit kaybedilmesin diye doktor oğluyla ilgilenmemiş ve birkaç saat sonra da oğlunun şehadetini öğrenmiş…                
BU İNANÇ KAYBEDİLMEMELİ

1-Sisli bir Nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. Takım komutanı, sabahleyin düşmana hücum emrini almış 57. Alay'ın, Rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der. Ertesi gün bütün alay, birkaç gazi haricinde komutanları dahil şehit olur Hakk'a kavuşurlar…

2-KocadereKöyü’nde büyük bir sargı  yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, Kimi Adıyamanlı, Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...

Bunlardan biri Lapseki’ninBeybaş köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.

"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım... Arkadaşıma ulaştırın..."
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: "Ben... Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım... Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin…"
"Sen merak etme evladım" der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar.

Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de "söyleyin hakkını helal etsin" olur...
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır.

Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de göz yaşlarına engel olamaz...
PUSULADAKİ NOT: "Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil'e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim..."


İstanbul Times / Müslüm Aktürk