İşte Sena Çetiner’in O röportaj :

İlk olarak sizi sizden tanımak isteriz Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Tabi ki 1990 yılında Çorum’da dünyaya geldim.Liseyi Kartal Anadolu Öğretmen lisesinde tamamladım. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tamamladım. Hâlihazırda da Tuzla Sosyal Hizmet Merkezinde çalışmaktayım. Girmiş olduğum Everest ilk roman yarışmasında At sancısı adlı dosyamla ödüle layık görüldüm. Kısaca bahsedeceklerim bunlar.

Yazmaya nasıl başladınız? Ne zamandan beri yazıyorsunuz? Yazmak sizin için ne ifade ediyor bize bundan bahseder misiniz?

Şöyle söyleyeyim aslında ilk kez roman denemesi ile insanlar bir ödüle layık görüldüğümü düşünüyorlar. Ama ilk şiirimi on yaşında yazdım ben ve sağ olsun babam ilk şiirimi yazdığım gün aslında o bir şiir değil bir manzumedir. Babam bana bir ajanda aldı ve edebi eserlerini, şiirlerini buna yaz dedi. O günden beri şiirler, denemeler, öyküler gelip geçti. Şu anda birçok şiirimin mevcut olduğunu söyleyebilirim ama belki toplayamadık belki aksattık belki ileri tarihlere erteledik. Everest'in açmış olduğu bu yarışmayı ben uzun yıllardır takip ediyordum. Bana sorarsanız ben bu yarışmayı beğeniyorum insanlara yol gösteren bir yarışmaydı. Ben acaba insanlardan veya çevremden aldığım bu olumlu etki bir gerçekliğe tekabül ediyor mu? Diye merak ettim ve bu romanımın taslaklarına somut bir roman haline dönüştürmeye başladım ben edebiyat geçmişimi ve yazma geçmişimi bu şekilde söyleyebilirim.

Everest Yayınları “İlk Roman Yarışması” Birincisi ödülünü aldınız. İlk romanınız için başarılı bir çıkış yakaladınız. Romanınız için böyle bir çıkış bekliyor muydunuz? Bu birincilik size neler hissettirdi?

Şimdi şöyle bir durum var. Yarışmaya girmek demek aslında bir meydan okumak demektir. Benim romanın birinci görülebilir demektir. Tabii ki bunu sadece kendi romanım için söylemiyorum bütün yarışmaya katılan arkadaşlarım için söylüyorum. Çünkü bu inançla yarışmaya katılıyorsunuz. O yüzden ben hiç beklemiyordum gibi laflara girişmeyeceğim. Elbette istiyordum çünkü çevremden olumlu etkiler alıyordum tabi bu olumlu etkiler bugüne kadar yazdığım denemelere, şiirlere ve öykülereydi. Roman çok başka bir tür kendine ait disiplini olan bir tür ondan dolayı bir karşılığının olup olmaması benim için muammaydı. Ama tabii içimde bir beklenti vardı çünkü romanımın bir yerlere dokunacağını ve insanların hislerine karşılık bulacağını düşünüyordum. Nitekim Cem Bey'in telefonuyla da birinciliğimi öğrendim. Ve çok bahtiyar oldum bunu söyleyebilirim.

İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü tamamladınız fakat şuan Tuzla Sosyal Hizmet Merkezinde çalışmakta olduğunuzu biliyoruz. Sosyal Hizmet Merkezinde çalışmayı tercih etmenizin belli bir sebebi var mı?

Şöyle söyleyeyim Türkiye'de edebiyat mezunlarının yapabileceği iş genişliği aslında çok geniş bir alan gibi gözükse bile öyle değil. Ben İstanbul Üniversitesini bitirdim ve açık konuşmak gerekirse İstanbul Üniversitesi Türk Dili Edebiyatı açısından iyi bir yere tekabül eder. Ona rağmen bizi maalesef öğretmenliğe hapseden bir sistemin içerisindeyiz. Onun için ben şurada çalışmayı burada çalışmayı kendim istedim diyemeyeceğim. Biliyorum ki siz de Türk Dili ve Edebiyatı okuyorsunuz ama iki sene sonra ne iş yapabileceğinizi siz de bilemiyorsunuzdur. Türkiye'de böyle bir sıkıntı var edebiyat okuyanları sadece kpss ile öğretmen yapmaya yönelik bir zihniyet var. Eğer siz bunu yapmak istemiyorsanız bir bunalım bir buhranın içine giriyorsunuz. Ve daha sonra hayat size bir fırsatlar veriyor ya da vermiyor. Benim burada şey aklıma geldi üniversitede okurken bir arkadaşımız kalkıp hocamıza ismini vermeye gerek yok "Hocam Öğretmen olmak istemiyoruz başka ne yapabiliriz?" Demişti hocam da " Süleymaniye'nin kenarındaki meşhur kuru fasulyeci aslında benim öğrencimdir." Kendisi de edebiyat mezun uyumuş işte bize verilen rota bu şekilde maalesef. Ben bu rotayı ekmek kazandığım yer ile değil de yazdıklarımla aşmaya çalışıyorum. O yüzden bir takım eserler meydana getirmeye çalışıyorum ama herkes sanırım bu kadar şanslı olmuyor.

At Sancısı adlı romanınızda toplumun farklı sınıflarına ait insanların hikâyelerini ve bu doğrultuda da bizler aslında bir sınıf çatışmasını görüyoruz. Yani Süleyman ve Barış adlı karakterlerde bunu net olarak görmekteyiz. Romanınızda sınıf çatışmasını işlemenizin belli bir sebebi var mı? Bu konu hakkında ki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Aslında ben bir sınıf çatışmasını dile getirmek için bu romanı yazmadım. Çünkü oradaki o emekçi sınıf çatışmadan yenik ayrılmaktan ziyade yok olmuş bir sınıf. Bugün sadece Adalar civarında olan faytonculardan bahsediliyor ve nitekim konumuzla ve gündem ile de çok alakalı. Ve çok da hayırlı bahsedilmiyor. 1950'lerin zihniyeti, bakış açısı kısmını bir kenara bırakıyorum. Ben şu an bu topa girmek istemiyorum ama şunu söyleyebilirim. Romanda bir sendika sahnesi vardı. Bu sahnede bir şeyler gündeme getiriliyordu ve sadece faytoncular değildi orada işçiler, emekçiler aklınıza gelen bütün gariban ve ezilen sınıf orada gündeme getiriliyordu. Ama yazar bunu basit bir sınıf çatışması var diye yazmıyor nitekim ben de öyle yazmadım. Orada vurgulamak istediğim şey bir dönüşüm var. Türkiye'nin 1958 sonbahar zihniyet atlasını çizmeye çalıştım. Barış ve Süleyman burada bir cephenin öncüsü gibi gözüküyor. Sıkıntı şu Barış da bir takım unsurlar tarafından eziliyor ama bu unsurları görmezden gelerek onlara eklemlenmeye çalışıyor Barış'ın sıkıntısı işte burada. Barış Süleyman'ı eziyor yani Barış salt muktedir değil. Barış aslında güzel bir geçmişi olan kaliteli bir insan güzel bir eğitim geçmişi var ve yabancı dili var onu var bunu var ama Barış bir şeyleri değiştiremeyeceğini, bir şeyleri dönüştüremeyeceğini anlayınca o sisteme yani ait olduğu sisteme teslim olmuş birisi aslında ben birazda bunu altını çizmek istiyorum.

1958 yılında, dönemin başvekili Adnan Menderes’in aldığı bir karar üzerine İstanbul sınırları içerisinde Adalar haricinde hiçbir yerde at arabası kalmayacağı söylenmiş. Sizin de At Sancısı adlı romanınızda biz bu doğrultuda aslında siyasi olayları eserinize yerleştirdiğinizi görmekteyiz. Sizin için siyasi unsurların yer aldığı bir eser yazmış olmanın bir zorluğu oldu mu?

Ahmet Hamdi günlüklerinde şey yazar: "Türkiye beni yedin der." Türkiye evlatlarını yemekle meşhurdur. Türkiye'de her eylem siyasidir. O yüzden ben siyasete bulaşmıyorum siyasetle alakalı bir cümle kurmadan bir şey yazmak isterim diyen insan açık konuşmak gerekirse Türkiye'de beyhude bir çaba içerisindedir. Türkiye'deki her eylem her söz her tavır siyasidir ve o yüzden elbette salt bir propaganda romanı yazmayı istememekle birlikte siyasete bulaşmam gerekiyordu. Siyaset ile bir noktada tabiri caizse buluşmam gerekiyordu. Bundan dolayı hoşnudum. Çünkü siyasete bulaşan insanlar Türkiye'de hafif alınacak insanlar değil. Kemal Tahir'de, Orhan Kemal'de ve bunun gibi pek çok yazarımız da bunun bedelini ödedi. Bunları yapmadan Türkiye'de kalıcı bir söz söylemenin imkânsız olacağını düşünenlerdenim o yüzden yapılması gerektiğini yaptığımı düşünüyorum.

At Sancısı adlı romanınız da geçmiş dönemin siyasi ve sosyolojik olaylarının yer alması bakımından o döneme ait çeşitli araştırmalar yapmanız gerekli olmuştur. Bunun için ne gibi araştırmalar yaptınız? Hangi kaynaklardan faydalandınız? Bu süreç nasıl oldu bizlere bundan bahseder misiniz?

Ben 1990 doğumlu bir insanım. Roman 1958'in eylülünde geçiyor. Romanın geçtiği yerler Moda, Beyazıt, Karaköy yani hakiki İstanbul diyebileceğimiz yerler illaki oralara temas edebilmek için, dönemin siyasi panoramasını çizebilmek için, yeni ürün anlayışı ile kaleme alabilmek için ve o dönemdeki atlı arabacı sınıfını biraz tasvir edebilmek için hakkını yiyemeyeceğim bir takım çalışmalar yaptım. Bu çalışmalarımı 2014'ün sonunda 2015'in başında askerlik yaptığım kütüphaneye kadar uzatabiliriz. Şimdi şunu söyleyebilirim İstanbul Şehir Üniversitesi’nin arşivini çok fazla kullandım bu yüzden kendilerini çok teşekkür ediyorum. Onun dışında atlarla ilgili olan atları merak eden kişilere tavsiye edebilirim ki Türkiye Jokey Kulübünün gerçekten çok güzel kitapları var çok makul fiyatlarla atlarla ilgili çok güzel kitaplar neşretmişler. Onların hepsini tedarik ettim ve okudum. Kadıköy ile ilgili pek çok metin okudum diyebilirim. Ben bir belgesel yazmadım fakat yazdığım eserin tamamen akıldışı, gerçeklere dayanmayan bir fantezi eseri olmamasını da dikkat ettim. Yani akılcı bir eser yazdım tabii ki kurgu bana ait birçok metin ile romanın metinini oluşturdum.

Atlara karşı özel bir ilginiz var mı? Romanınızın konusunu atlar üzerine işlemenizin özel bir nedeni var mı?

Çok sade bir şekilde şunu söyleyebilirim aslında bu topraklarda Elvan Kaya Aksarı'nın değil yada Sena Çetiner'in değil bu topraklarda yaşayan herkesin atlara karşı özel bir ilgisi vardır. Bu arada ben kediyi köpeği çok severim fakat kedinin köpeğin üzerinde gelmedik atların üzerinde geldik. Orhun Abidelerinde atlar geçer. Karacaoğlan'da atlat geçer. Dede Korkut metinlerinde, annelerin kızları için oğulları için yaktığı şiirlerde, modern şiirlerimizde, romanlarımızda atlar geçer. Bilinen tarih ile söylüyorum Orta Asya'dan bugünlere atlar üzerinde geldik. Biz bu toprakları atlar üzerinde kazandık, atlar üzerinde bir şeyleri tescilledik o yüzden ben bunu bireysel olarak düşünmüyorum ama bizim milletimizin doğrudan bir bağlantısının yani yanlış anlaşılmasın tırnak içinde söylüyorum bir kan bağının olduğunu düşünüyorum.

Romanınızdaki olay ve kişiler gerçek hayattan mı, hayatınızda etkilendiğiniz kişilerden mi? Yoksa düşsel olanın birer yansıması mıdır? Bu bağlamda konularınızı nasıl seçiyorsunuz, yaşadıklarınızın etkisi nedir, tesadüflerin yeri var mıdır?

Romanın tamamen kurgu olduğunu söyleyebilirim. Süleyman o dönemde yaşanan biri veya benim bir akrabam falan diyemem. Bunlar kurgudur fakat şu bir gerçektir ki o dönemin başvekili Adnan Beydir ve o dönem 58 yılında meşhur E-5 kara yolu yapılmaya başlanmıştır, atlar harbiden toplum hayatından çekilmeye başlamıştır falan filan bu aslında İnönü dönemine kadar uzanır. Bunlar gerçektir yani romanın şemsiyesini oluşturan bir sınıfın ortadan kaldırılması bunlar hakikate dayanan olaylardır ama bunun dışındaki bütün karakterler tamamen kurgu eseridir. Ben hepsini kendi kafamdan yazdım, kendim uydurdum demeyeceğim tabii ki romancı kendi kafasını kullandığı gibi toplumu da kullanması gerekir. Turşu baba sözgelimi benim babamdan bir mirastır. Oradaki romanda geçen Ali Kerem karakteri benim çok sevdiğim bir arkadaşımdır her hafta sonu görüşürüz. Ama tabii ki bunlar aynı değildir. Romandaki Ali Kerem İtalyanca bilir ama hayattaki Ali Kerem selam olsun buradan Fransızcayı seviyor. Önemli olan romancının bunu kullanabilmesidir yani aklına sinen aklına uyan bir şeyi kullanabilmesidir.

Edebiyatın hayatınızda nasıl bir yeri var? Edebiyatınızın veya kültürel kimliğinizin oluşmasında yol arkadaşlarınız, öncüleriniz, dost olarak bir arada bulunduğunuz insanlar oldu mu, olduysa kimlerdi?

Çok genel çok kapsayıcı bir soru. İnsan kendi kendini inşa eder ama İnsan kendi kendini inşa ederken birçok faktör vardır işin içerisinde. Babamın kütüphanesi bana birçok şey kazandırmıştır birçok şeyde almıştır. Benim sokak kültürüm sağlam değildir. Çok fazla sokak arkadaşım mahalle arkadaşlarım yoktur. Sokak oyunları çok fazla bilmiyorum çünkü zamanımı tamamen babamın kütüphanesine harcıyordum. Oradaki kitaplar o ansiklopediler benim küçük yaştan beri ilgimi çekiyordu. Daha sonra öğretmen lisesine gitmiş olman benim için büyük bir avantaj teşkil etti. Oradaki hocalarım, arkadaşlarım beni her zaman desteklediler Ama sadece desteklemekle kalmadılar bana yolda gösterdiler. Bizim insanımızda şöyle bir mantık vardır bana sorarsanız yarı aydın mantığıdır. Ne okursan oku! Hayır, öyle bir şey yok ne okursan okuyacak kadar geniş bir zamanımız yok. Ortalama hayatın belli kısımlarını ayırdığınız zaman aslında çok nadir ve kıymetli bir zaman size kalıyor. Bu yüzden insanın esasen kıymetli şeyler okuması taraftarıyım. Her insan bu kadar şanslı olmuyor. Ama hayatıma dokunan ki onlar eserlerimi okudukları zaman anlıyorlar ve ben zaten hayatıma dokunan kişileri eserlerimde bir şekilde sunarak onlara borcumu ödediğimi düşünüyorum en başta da At Sancısı adlı romanım ile Türkçe ‘ye en azından kısmen borcumu ödediğimi düşünüyorum.

Edebi türler içinde roman ile bir başlangıç yapmanız nasıl oldu? Neden şiir ya da öykü değil de roman yazdınız?

Şimdi ben radikalliğin günahını ödedim. Şöyle günahını ödedim. Eskiden çok daha katı çok daha sert düşüncelerim vardı. Şair şiir yazmalıdır başka bir şeye yeltenmemelidir diyordum, tabi yaş ilerledikçe hayatın o kadar sert olunmaması gerektiğini deneyimledim. Bugün romanla sizin önünüze geldim romanım ile beni tanıyorsunuz ama benim aslında bir şiir geçmişim var. Ödülü kazandıktan sonra ben Everest yayınlarına gittiğimde bana öykücü müsünüz öyküden mi geliyorsunuz? Diye sordular ben hayır dedim şiirden geldiğimi söyledim. Çünkü uzun zamandır öyküden gelen insanlar bir süre sonra romana geçiş yapıyorlar ve başarılı oluyorlar. Aslında benim edebi altyapımı oluşturan şey roman değildir benim ilk okuduğum eserlerde şiirlerdir. Benim edebiyat, felsefe, tarih oldum olası ilgimi çekmiştir. Bundan sonra ne yapacağıma gelirsek bundan sonra zihnimde oluşan bir şiir kitabı arzusu var çünkü şiirlerimi artık toplamak istiyorum ve gerçekten şiirin kutsiyetine inanıyorum ve hala şiire inananlardanım ama aklımda güzel roman konuları da var umarım istediğim şekilde bunları okura sunabilirim.

Romanınızda da biz artık Türk toplumunun atlar yerine, otomobilleri, hususi vasıtaları veya otobüsleri kullanmaya başladığını görüyoruz. Bu da aslında toplumda sosyal olarak bir değişimi beraberinde getirdiğini bizlere gösteriyor. Bu konu hakkında sizce toplum bu süreçte neler yaşadı?

Burada şunu söylemem gerek. Türk toplumunda şöyle bir algı vardır. İşte Batılılaşıyoruz, mahvoluyoruz falan filan. Batılılaşmayı kötüleyenler işin ilginç tarafı batılılaşmanın bütün imkânlarını Türkiye'de kullananlardandır. Bunlar batıdan alınan her şeyi sonuna kadar kullanır ama batıya karşı anlaşılmaz bir nefret içerisine bürünürler. Ben romanda doğulu kalalım ya da batılı kalalım gibi bir şeyin içerisine kendimi dâhil etmedim. Ama şunu söyleyebilirim bir hocamız vardı bir Türkoloji kurultayına katılmıştı şunu söylemişti, Türkmenistan'dan Bir Türkolog hocam demiş sizin doğuya bakmanızı biz anlamıyoruz, biz İstanbul'a bakarız. Bizim istikametimiz bizim kıblemiz bizim rotamız İstanbul'dur. Sizin bakmanız gereken yerde batıdır ama şunu söyleyebiliriz ki bir şeyleri iyi tahlil etmek gerekiyor. İçinde bulunduğunuz coğrafyanın, inançlarınızın, kültürümüzün hepsini yerle yeksan edip biz temelden batılı olacağız gibi bir hezeyanın içine girmenize gerek yok. Batıyı ‘da anlamamız, okumamız, tahlil etmemiz, idrak etmemiz gereken fikirleri var bunları anlamaya çalışmalıyız. Burada tercüme işi devreye giriyor ki bu çok uzun bir iş o yüzden oraya şu anda girmeyeceğim ama şunu söyleyeyim biz de Tanzimat'tan beri batılılaşma karşıtı gözüken yazarlarımız bile aslında yanlış batılılaşmayı tasvir etmiştir batılılaşmayı dememiştir. Felatun bey ve Rakım Efendi adlı eserde gösterilen sevgili seyirciler dikkat etsinler bir taraf yanlış Batılılaşırken diğer taraf özüyle sözüyle doğulu kalmıyor o doğru bir batılılaşma temsilcisi oluyor. Bize sunulan şey Tanzimat'tan beri Batılılaşmayın değildir aslında yanlış batılılaşmanın zarar getireceği konusudur. Bence iş ve işlemi salt bir batılılaşma olarak değerlendirmemek gerekiyor biz burada yanılıyoruz. Bizim geldiğimiz yeri de gideceğimiz yeri de anlamamız gerekiyor

Edebiyat dünyasında gördüğünüz en bariz sorun nedir? Bu soruna ne gibi bir çözüm önerisi sunulabilir?

Bu soru agresif sataşkan bir soru. Sadece şunu söyleyeyim ben. Zaman akıyor ve soğuk savaş dönemi bitti fakat bunu izleyenler diyebilir ki kardeşim soğuk savaş dönemi bitti diyorsun da dünyanın hali ortada. Tabii ki bu mevcuttur ama şunu söylemek istiyorum benim ilk gördüğüm şey şuydu edebiyat dünyasında bir çeteleşme vardı. Nasıl bir çeteleşme vardı? Burada başkasının ismini vermek doğru olmadığı için sizin isminizi veriyorum yanlış anlamayın lütfen. Sena hanım gidiyor kendi kendini tatmin etmek için bir dergi açıyorsunuz ya da bir yayınevi kuruyorsunuz ve buraya sadece kendi kendilerini pohpohlayan kendi kendilerini değerli gören insanlar alıyorsunuz karşı bir fikre yer vermiyorsunuz. Ve basit şablonları kullanıyorsunuz işte solcudur sağcıdır gibi. Ben bunun edebiyat dünyasının kaldırmadığını düşünüyorum. Edebiyattan haz almamız gerekiyor. Edebiyattan fikir edineceksek bile nefret etmeden, kin kusmadan, edebi ölçülerle anlamlandıran bir heyecan duymamız gerekiyor. Şunu söyleyebilirim bir çoban ateşi yaktıysanız bırakın sizden olmayanlarda o ateşte ısınsın sadece o ateşte kendi elinizi ısıtmaya kalkmayın.

Ve son olarak bu röportaja ekstradan bir şeyler eklemek isterseniz o ne olurdu?

Öncelikle yapılabilecek en güzel şey burada teşekkür etmektir sizlere çok teşekkür ediyorum sizin vasıtanız ile buradan şimdiye kadar adını zikretmeyi unuttuğum herkese sizin aracılığınız ile teşekkür etmek istiyorum. Demeyi unuttuğunuz bir şey varsa onu zaten ben de unutmuşumdur ama genel olarak çoğu şeyden bahsettik. Şunu ekleyebilirim Necip Fazıl’ın atlar ile ilgili atlar için ne insan ne hayvan değildir sözü doğrudur. Burada Türk milletinin, Türk zihninin binlerce senelik Türk'ün dimağından damıtılan bir görüş olduğunu söyleyebilirim. Türkler atı bir hayvan olarak değil de bir yoldaş bir kardeş olarak görmüş ve onunla birlikte yol almış onun üzerinde uyumuştur yani yapılabilecek her şeyi onun üzerinde yapmıştır. Ben burada üç noktayı bırakıyorum. Tekrardan teşekkürler.

Kaynak : İstanbul Times Haber Ajansı (İTHA) 

Editör: TE Bilisim