Ayça Örer, solculuktan dindarlığa oradan “İyi insan ancak Türk’tür” çizgisine uzanan şair İsmet Özel ile konuştu: Solcuyla Müslüman’da aynı zaafiyeti gördüm.

Şair - yazar İsmet Özel yine çarpıcı iddialarda bulundu. Taraf gazetesine konuşan Özel, Mardin'de yaşanan katliamdan Başbuğ'un açıklamalarına kadar bir çok konuda çok tartışılacak açıklamalar yaptı. Özel'in röportajında en göze çarpan bölüm, Türkiye Cumhuriyeti'yle beraber Osmanlı'nın da despot bir yönetim sergilediğine yönelik iddiaları...

Ayça Örer / Taraf

Başbuğ’un açıklamaları, Kürt Sorunu, Mardin’de yaşanan katliam. Bu olayları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin varlığı ile ilgili meselelerde ana tema neyse onun alanını yok etmeye yönelik bir çalışma bu. “Türkiye’nin bir geleceği olsun istiyorsak kendimiz hangi konumu seçmeliyiz” sorusu ortadan kalksın diye bir şeyler oluyor. “Türkiye diye bir ülke niçin var” sorusu ortadan kaldırılıyor.

Nasıl kaldırılıyor?
Aslında çoktan kaldırıldı da, fiilen Türkiye haritadan silinmediği için o sonucu elde edinceye kadar insanları bir şeylere alıştırmak, bir şeylerle doldurmak programı uygulanıyor. Bu çok net. Türkiye tarihin biçimlenişi içinde bir arıza. 1. Dünya Savaşı bittiği zaman İslamiyet askerî bir güç ve siyasi bir organizasyon olarak dünyadan dışlanmıştı. O zaman Türkiye’nin gücü çok mu matah bir şeydi? Hayır, ama hâlâ dünyada İslam’ı temsil edecek bir siyasi organizasyon vardı. 1920’de açılan meclisin kabul ettiği Teşkilat-ı Esasiye kanununda, “Türkiye Devletinin idare şekli cumhuriyettir” dendi. İkinci maddesi, “Türkiye devletinin dini İslam’dır” şekline girdi. Bir cumhuriyet ilan edildi, neyin cumhuriyeti bu? Müslümanların. Bu topraklarda hak iddia eden gayrımüslimlerin haklarının saklı olması kaydıyla sözünün geçmeyeceği kabul edildi. Bir cumhuriyet ilan edildi, bunun bir İslam cumhuriyeti olduğu itiraf edildi, akabinde olan şeyler bu devletin o günkü durumu kurtarmak için işe yarar sayıldığını gösteren şeylerdi. 10 yıl içinde bu ülkede yaşayan insanların tarihsiz ve kültürsüz kalmaları sağlandı. Harf inkilabı dedikleri şey. Birdenbire insanlar kendilerine hayat hakkı tanımayan bir gücün hizmetinde olduklarını deklere ettiler. Latin harflerinin kabulüyle devletin dini İslam’dır hükmünün çıkarılması aynı tarihe rastlar. Aynı kalırsa İslam yazısının terk edilmesinin izahını getiremeyeceksiniz. Toplum da kendi kimliğinin İslam olduğunun kabul edilmemesi halinde varlığını izah edemez oldu. Türk milleti bir Müslüman millet değilse neden millet? Bunu izah etmek hiç kimsenin üstesinden gelebileceği bir şey değildi.

Müslüman olmadığı halde mağdur olanlar olmadı mı? 
Kafalarımız başka alanlarda teyellendiği için başka şeyler düşünüyoruz. Türkiye’de cumhuriyet ilan edildi, inkilaplar yapıldı Müslüman halk mağdur oldu demiyorum. Bir yasaklar dönemi yaşandı, insanlar bu yasaklar dönemini zaten 600 senedir çekiyorlar.

Osmanlı döneminde de mi çekiyorlardı?
Tabii... Osmanlı Devleti bir devlet despotluğuydu, bu cumhuriyette artarak devam etti. Osmanlı Devleti despotluk ve din üzerinde duruyordu. Cumhuriyet bu ayaklardan birini kaldırdı, tek ayak üzerinde kaldı. Halka “Biz İslamiyet’i yok olmaktan kurtarmış insanlarız onun için de gıkınız çıkmayacak” dediler.

600+86 yıldır insanlar rahat yüzü görmemiş mi oldu bu hesaba göre?
İnsanlar kendi varlıklarıyla itibari varlıkları arasındaki bütünleşmeyi sağlayamadılar. Bütün 600 sene böyleydi, hâlâ da böyle. Çare insanın hakiki varlığı ile ruhunun birleşmesi. Bu hakiki varlık insanın hem zevkleri, hem ilgileri, hem işleri, hem beklentileri. Bunlarla bir bütün olduğunu kabul etmemiz, bu yalandan, riyadan kurtulmakla olur. İlker Başbuğ yaptığı basın toplantısında “Biz halkımızın orduyu peygamber ocağı olarak görmesini de anlıyoruz” dedi.Anlamazsan anlama. Lütfetti, ne güzel. “Türk milleti orduyu peygamber ocağı olarak görür” demiyor. Buna kendisi ne diyor onu söylersin. Benim çocukluğumda 1955 yılına kadar Türkiye’de Şeker Bayramı vardı, Ramazan Bayramı diye bir şey yoktu. Şeker Bayramında memur aileleri ve hali vakti yerinde olan aileler, bayram ziyaretlerinde çikolata ve likör ikram ederdi. Biz öyle bir toplum olmuştuk, dinî bayramda haram işliyorduk. Ramazan da vardı, “Görünüşe bakmayın, Müslüman değil gibi görünüyoruz ama asıl Müslüman biziz” duygusuyla yaşanıyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra Müslümanlığımız açısından kararsız denge halindeydik. Demokrat Parti gelir gelmez kararsız denge bozuldu. İnsanlar “Madem Müslümansın neden namaz kılmıyorsun” demeye başladı.

Cumhuriyetin oluşmasına katkıda bulunan Kürtler, Aleviler, gayrımüslimler cumhuriyet içinde yer bulamadılar ama...
Birinci mecliste Kürdistan mebusları vardır, Lazistan mebusları vardır. Bunların zikredilmelerinin nedeni Ermenistan, Pontus Rum dememek içindir. Birinci mecliste gösterilen hassasiyet en yüksek derecede İslami hassasiyettir. Pontus dediği halde İslamiyet okka altına gidecek. Cumhuriyetin kurulmasıyla ortaya çıkan bir imkan bizim varlığımızın aslıdır. Ben diyorum ki bu imkân suiistimale uğramıştır, heba edilmiştir. Bakınız İstiklal Harbinin son aşaması Atina ile Ankara arasındaki muharebedir. Ama Türkiye’de Türk ordusunun karşısına çıkan ordu büyük ölçüde 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmış askerlerden müteşekkil değil, Batı Anadolu’da yaşayan Rumların oluşturduğu orduydu. “Biz o zaman topraklarımızı ele geçirmek için harekete geçtik, işin aslı budur” diyorlar, bunu Ermeni de Kürt de böyle söylüyor. Burası Türkiye’yse kimin sözü geçecek?

Ermenilerin ve Rumların böyle bir talebi olduğuna inanıyor musunuz hâlâ? Hrant Dink’in bu konuyu “Bu toprağın altında gözümüz var” diyerek çok güzel tanımladı...
Fazlasıyla. O da zaten gözünün olduğu yere gitti.

Bu sözünüz çok provake edici değil mi? Hrant Dink’in sizin tabirinizle “bölücü” olmadığı tüm tarafların üzerinde mütabakata vardığı bir konu...
Hrant Dink, tıpkı 1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Ermenilerin beyanlarına paralel bir beyanda bulundu: “Biz bunların yaptığını yapmayacağız, biz tebayı sabıkayız. Bir toprak tahsis etmek istemiyoruz, biz sadece Türkiye’ye hâkim olacağız... “Türkiye’nin Ermenistan’la birleşmesini elbette tercih ederler. AKP’deki kabine revizyonu buna dönük bir şeydir. Sınırlar seyreltecek, ne olacaksa olacak...

Kriterimiz Müslümanlıksa, Müslüman olduğu halde sorun yaşayan Kürtleri nereye koyuyorsunuz...
Size Türklerin Orta Asya’dan göç ettiğini öğretiyorlar değil mi?

Bu Türk Tarih Kurumu’nun uydurduğu bir saçmalık. Bir deniz varmış, kurumuş. Bu kadar saçma, bu kadar dangalakça bir yalan... Kürtler hakkında söylediğiniz her şey Orta Asya’dan dünyaya dağılan Türkler gibi bir şeydir. Kürt meselesi bu yalan üzerine tartışılamaz. Ben 1966 yılında fakülteyi terk ettim, Suriye’ye gittim, gözlemler yaptım. O zaman Kürtçü görüşlere sahiptim. O zaman Suriye’deki Kürtlerin bana ilettikleri ve üzüldükleri konu Türkiye’den giden hacıların, “Biz Türküz” demesiydi. Bu çok özel, serada yetiştirilmiş bir milliyetçilik. Türkiye’de öyle bir ruh yaşar ki, bu ülkenin müstemleke olmaması bir kazanç kabul edilir. Ama bugünlerde bazı akademik çevrelerde “Keşke müstemleke olsaydık da, bir yabancı dili iyi konuşsaydık” diyen insanlar var. Şimdi insanlar insan değerinin verilip verilmediği sorusunu öne çıkarmak yerine, insan haklarının müdafii olan ülkeler buralarmış gibi bir haldeler. Eğer burada bir salaklık söz konusu değilse bir alçaklık söz konusudur.

Resmî kayıtlara göre 1 milyon insanın gözaltına alındığı bir ülkede insan hakları talebinin dillendirilmesi başka bir ihtiyaca karşılık gelmiyor mu?
İnsan hakları emperyalizmi diye bir şeyler var. Emperyalizm insan haklarına müdafii olarak ülkelere giriyor. Hukuk kelimesi, hak kelimesinin çoğulu. Dolayısıyla güçlenmesi gereken şey doğrudan doğruya hakkın kendisidir. Dolayısıyla kimin neyi hak ettiğini bilmemiz gerekir. Şimdi siz bana İsveç demokrasisinden bahsedeceksiniz ve İsveç’in laik olmadığını söylemeyeceksiniz.

İsveç demokrasisini talep etmeye gerek yok, Türkiye’nin kendi özgül koşullarında da bir demokrasi talebi olabilir.
Ne güzel söylediniz. Biz 27 Mayıs 1960 sabahı bu imkânı sıfırladık. Eğer o darbe olmamış olmasaydı, bizim kendimize mahsus demokratik bir işleyişimiz olacaktı. Bu şansı geri getirmek için insanlar kendi kimlikleri konusunda net ve yerinde olmak zorunda. “Ben Türküm ama” diye cümleye başladıkları zaman o zaman o yerinde değil demektir. Kimlikten ne anladığımızı da söylemek lazım.

Türk ve Müslüman, Kürt ve Müslüman, Ermeni ve Ortodoks kimlikleri biraraya gelip eşit koşullarda konuşabileceğini öngörmüyor musunuz?
Hayır. Bu saydığınız kimlikler içinde bir tanesi var ki, Türklük, etnisiteye dayanmıyor. Dünyada Türk ırkı diye bir şey yok, dünyada Türk kültürü diye bir şey de yok. Türklük bütün insanlık tarihi boyunca bir tarihî rol modeli olarak diğer insanların fark ettiği bir şey. Bunun da İslam’dan kopartılması imkânsızdır. Çünkü tarih sahnesine Müslüman olarak çıkmışlardır.

Böyle olmuş olduğunu varsaysak, bu durum diğer kimlikler üzerinde nasıl bir ayrıcalıklı rol kılıyor?
Ayrıcalıklı rol kılmıyor. Ahmet Haşim söyler, “Savaş çıktı mı sen Türksün haydi cepheye derler, savaş bittikten sonra şu da benim olsun dersen otur yerine Arap derler.”

Bu da Türklüğü olumlamıyor.
Ben despotluğun örneği olarak veriyorum size. İnsanlar Türk olmak sebebiyle kendilerini yerleştirdikleri bir düzeni yaşıyorlar mı? Hayır. Cumhuriyet sonrasında özellikle dikkat edilen şey, Türk milleti diye bir gücün doğmasına engel olmak. Ortada Türklük falan yok, “Ne Mutlu Türküm” diye bir şey var. şu anda Türklük avantajlı bir kimlik olmadığı gibi cezaya layık kabul edilen bir kimlik.

"Türkler antikapitalist yaşamı dünyaya öğretti"

Türk kavramının tartışılması yerine, insanın bütünlüğünü konuşup, iyi insan üzerine fikir yürütmek daha faydalı olmaz mı?
İyi insan Türk’ten başkası değil ki. Türk’ten başka iyi insan yok ki. Bunu tarihin bana öğrettiği şeye dayanarak söylüyorum. 14. asırda kapitalizm temellerini atarken, Türk antikapitalist bir yaşama aracı öğretti. 400 sene bu ülkede fiyatlar değişmedi ve çarşıda satılan malın kalitesi devlet güvencesi altındaydı. Toplumda polis yoktu. Sistem İslami esaslarla belirlenmişti. Bunu yapan sistem kendine Türk diyen bir sistem değil ama bu sistemin dışında kalanlar ona Türk diyor. Türkiye ülke olarak, bütün dünyada yaşanabilecek en iyi ülke modelinin peşinde değilse, bu söylediklerimi at çöpe.

Eğer şu andaki çatışmalar sona erecekse, iki tarafında kabullenebileceği bir çözüme neden karşı çıkalım?
Ben bu soruya niye cevap vereyim? Siz Türkiye’nin haritadan silinmesinin bir felaket olmadığını başka kelimelerle söylediniz.

Hayır, sorunların çözümünde neyi öncelediğinizi anlamaya çalışıyorum...
Osmanlı’nın haritadan silinmesi, Türkiye’nin haritadan silinmesi kadar önemli bir şey değil. Osmanlı bir devletti, Türkiye ise bir ülke. Osmanlı bir devletten ibaretti ve bu devletin ortadan kalkması, vardı da ne işe yarıyordu sorusunu getirebilir. Ama Türkiye bir ülke. Türkiye’yi yönetenler buranın ülkeliği sebebiyle burada yaşayan insanlara hesap vermek zorundadırlar. Bu hesabı kaldırırsak her şey olur. “Türkiye birçok eğilimli, kökenli insanın yaşadığı karman çorman tarumar bir bahçedir” diyorsak, ya buna bir düzen getirelim veyahut kimin elinde kalacaksa onun elinde kalsın.

Uyumlu bir bahçe olması da mümkün...
Hayır, Türkiye bir ülkedir, bunun vasfı üzerinde tartışıyoruz biz. Hangi vasıfta bir ülke? Hatay ilhak edileceği zaman insanlara sordular, onlar da bize tatlı gelse bile gâvurun emri altında olmaktansa, bize acı gelecekse bile kendimize benzer insanlarla birlikte olmayı tercih ediyoruz dediler. Burada tek nokta Müslümanlık. Yanına hatır için ekleyebileceğimiz bir şey yok.

"Hayrünnisa Gül’ün başörtüsü kazanım değil"

Ben İsmet Özel, şair, 40 yaşında dediğiniz günden bugüne ne değişti?
O zamandan bu zamana Türkiye’de İslami iddialarla öne çıkan insanlar, dinlerini satarak tahayyül edemedikleri imkânlara kavuştular. 25 sene içinde insanların dinlerini paraya çevirmeleri kabul edilebilir sayıldı. Gayrımüslim dünyanın emrinde Müslüman olarak yaşamaktan daha rahat edileceği fikri yaygınlaştı. Biz o inkilapların hayat bulduğu dönemde içimizde çok lekesiz bir İslamî alanın bulunduğu sevinciyle yaşıyorduk. İslam’ı ulu orta konuşur hale geldikçe o alan bulanıklaşmakla kalmadı, kirlendi. Gençliğimi kendimi Marksist sayarak ve sosyalist bir Türkiye’nin elde edilmesini sağlamak için mücadele etmek için geçirdim. Şu anda eski arkadaşlarımla doğru iletişim kuramayışım neden? Çünkü onların hepsi benim sahip olduğum duygulara sahip değillerdi. Müslümanlar için de, sosyalistler için de geçerli olan bir şey. “Türkiye’nin geleceğinde sosyalizm var” deyip ona göre şekil aldılar. Aynı şey Müslümanlar içinde geçerli. Ki bugün AKP’lilik onlara bol bile geliyor. Abdullah Gül’ün karısının başını örtüyor olması bir İslam zaferi olarak görülüyor. Halbuki bu insanlar doğrudan doğruya bugün oturdukları yerlere talip olarak bu işe girdiler. Türkiye’nin ve İslamiyet’in ne kazanacağı onların umurunda bile değildi. Ben sosyalistlerde gördüğümü Müslümanlarda da gördüm. Müslümanların inancıyla bağlantı kurmadıklarını gördüm, öyle kalakaldım.

"Şiir de yozlaştı"

Şiirin durumunu nasl buluyorsunuz?
Bir edebiyat ve sanat çevresinden mahrumuz.
Bir zamanlar böyle bir çevre vardı, onlar bir aristokratik hava yayarlardı etraflarına. Son dönemde para girdi işin içine ve bu, resimle başladı. Şiir satılabilen birşey olmadığı için orada yozlaşma daha kolay oldu. Eskiden insanlar kendi şiirlerinin okuru idiler, ben onu ısrarla devam ettiriyorum. Sen beni şair say ben de seni ressam sayayım diye gidiyor. Benim dönemden devam eden Hilmi Yavuz var, Hilmi’yle alıp vereceğim yok, neden yok? Çünkü fena değil bu çocuk da aramızda bulunsun denilen birisiydi. Nehir söyleşinde Behçet Necatigil’in yazdığı kitap üzerine fikrini anlatıyor, Necatigil Hilmi’nin bir mısraıyla yanıt vermiş; “Yok hükmündedir”. Secaat arz ederken merdi kıpti sirkatin söylermiş. Hilmi ilk kitabı Bakış Kuşu’nu 1969’da yayımladı, halbuki 39 doğumludur, benden biraz daha ilerde. 69’da benim ikinci kitabım yayımlandığım zamandır. Bu bir fikir verebilir.

Editör: TE Bilisim