Öncelikle Hocam, “Hz. Peygamber Devrinde Münafıklar” isimli kitabı neden yazma gereği duydunuz? Kitabın yeni baskısı yapıldı. Yeni baskı ile önceki baskı arasında herhangi bir değişiklik var mı?
 
Nifak olgusu, Medine döneminde Hz. Peygamber’i (s) ve Müslümanları meşgul eden önemli bir sosyal sorundur. Hz. Peygamber ve dönemini sağlıklı bir şekilde anlayabilmemiz için bu dönemi bütün yönleriyle, dikkat çeken ve çekmeyen her boyutuyla ele almamız gerekir. Ayrıca Hz. Peygamber’e iyi ümmet olma misyonumuzu yerine getirebilmemiz ve Allah Elçisi’nin getirdiği mesaja uygun bir hayat yaşamamız için de onun çevresiyle kurduğu ilişki hakkında sağlıklı bilgiye sahip olmamız gerekir. Ben de bu sorumluluğu duyan bir kardeşiniz olarak Hz. Peygamber’in hayatını ve dönemini çeşitli yönleriyle araştırmaya çalışıyorum. Bu çalışmalardan biri de Hz. Peygamber dönemindeki nifak olgusu ve münafıklar üzerine oldu.
 
Kitabın ilk basımı 1996 yılında yapılmıştı. 2014 yılının Haziran ve Ekim aylarında iki basımı daha gerçekleştirildi. İlk basımı ile sonraki basımlar arasında muhteva açısından bir fark yok. Ancak yeni basımda ifade ve üslup açısından çalışmayı bir kez daha gözden geçirdik.
 
Hocam, kitabınız Münafık kavramıyla başlıyor. Bize kısaca münafık kavramını tanımlar mısınız? Günümüz insanı bunu nasıl anlamalı?
 
Nifak kavramının Arapçada “dehliz” anlamına gelen en-Nefak kelimesinden, ya da “köstebek yuvası” anlamına gelen Nâfıkâu’l-Yerbû tamlamasından hareketle kullanılmaya başlandığı nakledilir. Esasen İslâm’dan önce Arapçada kullanılan bir kelime olmasına rağmen, İslâm’ın kavramlaştırdığı anlamda kullanılmadığı anlaşılıyor. Kavram olarak, “gerçekte inanmadığı halde iman ediyormuş gibi görünen insanlar” için kullanılmaktadır. Bu kullanım, Kur’ân-ı Kerim’in birçok ayetinde karşımıza çıkıyor. Hatta Kur’ân’da Münafıkûn adını taşıyan bir de sure var.
 
Nifak, insanın iç dünyasıyla ilgili bir tanım olduğu için kendilerini açıkça ortaya koyan sosyal bir grubu anlatmaz. Sosyolojik bir olgu olduğu halde insanların iç dünyalarını bilemeyeceğimiz için bu durumdaki insanlar, sosyal ilişkilerde Müslüman sayılmışlardır. Ancak Allah Teâlâ, onları kötü bir azabın beklediğini bildirir: “Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ 4/145).
 
Onlara verilecek çetin ceza, yapıp ettiklerinin karşılığıdır: “Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey çok kötüdür. Onlar yeminlerini kalkan yapıp Allah’ın yolundan alıkoydular. Bu yüzden onlara küçük düşürücü azap vardır. Onların malları da oğulları da Allah’a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedî kalacaklardır.” (Mücâdele 58/15-18).
 
Nifak olgusu, Hz. Peygamber döneminin problemi olduğu gibi daha sonraki dönemlerde de karşılaşılan ve bugün de karşılaştığımız bir sosyal hastalıktır. Yüce Allah, münafıklar için, “Kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara 2/10) buyurur.
 
Müslümanların bunun farkında olması ve hem bireysel, hem de toplumsal önemler almaları gerekir. Bireysel önlem, Müslümanın münafıkça davranışlardan kaçınması suretiyle olur. Toplumsal önlem ise münafıkça davranışlar ortaya koyan kişilere karşı dikkatli olmakla mümkündür. O halde Müslümanların bu konuyla ilgili asgari bilgiye sahip olmaları ve karşı karşıya oldukları durumu anlamaları gerekir. Öte yandan insanlara verilecek ahlak eğitimiyle münafıkça eğilimleri olan insanlar eğitilerek, sağlam bir inanca ve güzel ahlaka sahip olmaları için çaba harcanmalıdır.

İstanbul Times / Röportaj: Ziya Gündüz
 

Peki, ilk olarak münafıklık ne zaman oraya çıkmaya başladı?
 
Hz. Peygamber döneminde ilk nifak belirtileri, Medine yıllarında ortaya çıktı. Münafıkların genel karakterleri açısından bakıldığında çıkarcı ve korkak bir kişiliğe sahip oldukları görülür. Bu iki karakterin de yansımalarını görebileceğimiz gelişmeler, Medine döneminde karşımıza çıkmaktadır. Hz. Peygamber Mekke’de iken Müslüman olmak, risk üstlenmek, baskı ve hatta işkenceye maruz kalmak anlamına geliyordu. Bu sebeple Mekke döneminde inanmadığı halde inanıyormuş gibi görünmeyi gerektirecek bir durum yoktu. Hatta bu durumda olan bir insanın inandığı halde inancını gizlemesi daha makul olurdu.
 
Müslümanlar açısından nifakın çıkış süreci Hz. Peygamber’in (s) başarılarıyla ilişkilidir. Bedir savaşından sonra o güne kadar Müslüman olmayan bazı insanlar, artık Müslüman olmaları gerektiğini düşündükleri için Hz. Peygamber’e giderek İslâm’a girdiler. Böylece İslâm toplumu, nifak problemiyle karşı karşıya geldi. Abdullah b. Übey’in hicretin 2. yılında meydana gelen Bedir gazvesinin ardından Müslüman olmasıyla birlikte onunla birlikte hareket eden bazı insanların Müslüman olmaları, münafık sayısını arttırmıştır. Münafıklar, Müslümanlar arasında bir Müslüman gibi yaşadılar.
 
Münafıkların en kötü yanı, Müslümanları sıkıntılı oldukları bir dönemde, zor durumda bırakacak davranışlara girişmeleridir. Nitekim Müslümanlara ilk ihaneti, hicretin 3. yılında meydana gelen Uhudgazvesinin hemen öncesinde yaptılar.
 
Savaş stratejisinin belirlenmeye çalışıldığı toplantıda Medine içinde kalarak savunma savaşı yapılmasını öneren Hz. Peygamber’in görüşünü destekleyenlerden biri Abdullah b. Übey idi. Ancak Allah Resûlü (s), çoğunluğun görüşünü dikkate alarak meydan savaşı için şehir dışına çıkılmasına karar verdi. Bu karardan sonra hazırlıklar yapıldı ve 1000 kişiden meydana gelen Müslüman kuvvetleri yola çıktılar. Ancak şehre yaklaşık 5 km. mesafedeki Uhud’a varamadan Abdullah b. Übey ve onun görüşünde olan yaklaşık 300 kişi ordudan ayrıldı. Abdullah’ın gerekçesi hazırdı: Hz. Peygamber onun gibileri bırakıp çoluk çocuğun aklına uymuştu.
 
Bu hadise, münafıkların Müslümanları sıkıntıya soktukları ilk önemli gelişmeydi. Yaklaşık 3000 kişilik düşman ordusuyla karşılaşmak üzere yola çıkmışken meydana gelen bu kopma, sayısal anlamda önemli bir kayıptı. Ancak daha da önemlisi Müslümanların kuvve-i maneviyesini etkileyen bir gelişme oldu. Nitekim münafıklardan olmadığı halde Abdullah’a hak verip yoldan geri dönmek isteyenler de olmuş; ancak kendilerine yapılan uyarılar üzerine Hz. Peygamber ile birlikte yola devam etmişlerdi.
 
Uhud’da, savaşın başında Müslümanlar, büyük bir başarı elde etmişlerse de Hz. Peygamber’in (s) Okçular Tepesi’ne yerleştirdiği ve kendi emri gelinceye kadar hiçbir surette yerlerinden ayrılmamalarını tembihlediği okçuların çoğunun yerlerinden ayrılmaları üzerine İslam ordusu arkadan gelen müşriklerin süvari birliklerinin saldırısına uğradı. Neticede başta Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza olmak üzere Müslümanlar 70 şehit verdiler. Bu gelişme, yoldan ayrılanlara karşı tepkiye sebep olduysa da Hz. Peygamber münafıkları ümmetin dışına atmamıştır.
 
Kitabınızda da bu konuya geniş yer vermişsiniz. Münafıkların Hz. Muhammed (s) ve Müslümanlara karşı tutumları nasıldı?
 
Münafıkların genel olarak tutumunu şöyle özetlemek mümkündür: Bir çıkar varsa ondan azami derecede yararlanmak, bir sıkıntı ve zorluk varsa bu sıkıntı ve zorluktan kendilerine zarar gelmesini engellemek,  Müslümanlara zarar verebilecek bir durum söz konusu ise ihanet etmek, başka bir ifade ile söylemek gerekirse fırsat bulduklarında Müslümanlara zarar vermek.
 
Yukarıda bahsettiğimiz Uhud savaşındaki ihanetleri, münafıkların ilk olumsuz tavırları değildi. Takip eden zamanlarda Müslümanların sıkıntılı zamanlarında problem oluşturan davranışlar içine girdikleri görülmektedir. Bunlardan biri, hicretin 5. yılında meydana gelen Mustalıkoğulları gazvesinde ortaya çıktı. Hem gazvenin meydana geldiği yerde -neredeyse çatışmaya dönüşecek olan- Ensar ile Muhacirler arasında gerginlik çıkmasına sebep olan tutumlarıyla, hem dönüş yolunda Hz. Âişe ile ilgili ortaya atılan iftirayı gizliden gizliye yaymaları suretiyle İslâm toplumunda ciddi rahatsızlıklar oluşturmuşlardır.
 
Olumsuz bir davranışları da Tebûk seferi sürecinde ortaya çıkmıştır. Hem onlardan bazılarının yolculuğa katılmayışları, hem katılanların yolda itaatsizlik yapmaları, Hz. Peygamber ve Müslümanlar aleyhinde konuşmaları, hem de Allah Resûlü (s) yolculuğa çıkmadan önce, toplanma ve bir anlamda örgütlenme merkezi olarak kullanılmak üzere inşa ettikleri Dırâr mescidiyle kendilerini belli ettiler.
 
Hz. Peygamber, Dırâr mescidinde namaz kılması yönündeki taleplerini yerine getirmemiş; sefer dönüşü hakkında vahiy nazil olan mescidi yıktırmıştır. Bu mescitle ilgili nazil olan ayetlerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlü'ne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar ve ‘(Bununla) iyilikten başka bir şey istemedik’, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Hâlbuki Allah, onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takva üzerine kurulan mescit içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever. Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerine devamlı bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe 9/107-110)
 
Bu gelişmeler dışında da münafıkların olumsuz davranışları ve konuşmalarıyla karşılaşıyoruz.
 
Hz. Peygamber devrinde, münafıklar birbirlerini tanıyorlar mıydı? Ayrıca münafıkların hedefi neydi?
 
Münafıkların hepsi birbirlerini tanıyor olmalıydı. En azından hemşehri olmaları hasebiyle tanışıyorlardı. Ancak hepsi için münafık olarak aralarında bağlantı olduğunu söylemek zordur. Kaynaklarda onlardan bazılarının bir araya geldiklerinde Hz. Peygamber ve Müslümanlar aleyhine konuştuklarına dair rivayetler var. Yine sıkıntılı zamanlarda birlikte hareket edebilme kabiliyeti göstermeleri, önemli bir kısmının birbirlerini tanıdıklarını söylememize imkân vermektedir. Bununla birlikte nifak, iç dünyaya ait bir durum olduğu için kimin münafık olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Hz. Peygamber ve ilk Müslümanların bu konudaki bilgileri, meydana gelen bazı olaylarla ilgili nazil olan ayetler sebebiyledir.
 
Münafıkların hepsinin tek bir hedefe sahip olduklarını söylemek mümkün değildir. Onların, münafık olma gerekçeleri birbirlerinden farklıydı. Bir kısmı inanmadığı halde Müslümanların nezdinde birtakım çıkarlar elde etmek, bir kısmı kendilerine gelmesi muhtemel zararları engellemek, bir kısmı ise Müslümanlarla iyi ilişkiler geliştirmek ve toplum içindeki itibarlarını kaybetmemek için Müslüman görünüyorlardı. Hedeflerinin özünü Hz. Peygamber ve Müslümanların ortak çıkarını gözetmek değil, kendi çıkarlarını korumak oluşturur. Bu sebeple Müslümanların zarar görmeleri onlara, çıkarlarına uygunmuş gibi görünür. Zaman zaman Müslümanların aleyhine bazı organizasyonlara destek verdikleri de olmuştur. Örneğin Nadîroğulları Yahudilerinin ihanetinin akabinde Hz. Peygamber’in (s) şehri terk etmeleri yönündeki talebini, onlara destek sağlayacakları vadiyle engellemeye çalışmışlardır. Savaşlarda sıkıntılı zamanlarda Müslümanları terk ederek zarara uğramalarını sağlamak da onların hedefleri arasında zikredilmelidir.
 
Münafıklar, İslam’ın yükselişine zarar verebildiler mi?
 
Kuşkusuz Hz. Peygamber, münafıkların faaliyetlerini bilerek ve kontrol altında tutarak tebliğ görevini en güzel şekilde yerine getirerek dünyadan ayrılmıştır. İslâm’ın yükselişine bir zarar veremeseler de ihanetleriyle Müslümanlara sıkıntı verdikleri kesindir. Nifak tutumu, yükselişte olan dinler, hareketler ve ideolojiler için kaçınılması pek mümkün olmayan bir sosyal gerçekliktir. Bir yerde çıkar söz konusu ise orada münafıklık yapacak insanlarla karşılaşmak kuvvetle muhtemeldir. Önemli olan, bunun farkında olmak ve ona göre tedbirler almaktır. Hz. Peygamber de bu tedbirleri aldığı için zararları asgari düzeyde olmuş; İslâm’ın yükselişine zarar verememişlerdir.
 
Hz. Muhammed’in (s) Münafıklara karşı tutumu nasıldı ve onlara karşı nasıl bir tedbir aldı?
 
Hz. Peygamber’in tutumunun en belirgin vasfı, onları Müslüman olarak ümmetin bünyesi içinde tutmuş olmasıdır. Bunun hem kendi dönemine bakan bir boyutu var; hem de Müslümanlar açısından örneklik boyutu var.
 
Allah Resûlü (s) kendi döneminde münafıkların bazıları hakkında nazil olan ayetler sebebiyle bilgi sahibi idi. Zaman zaman yalanları da ortaya çıkıyordu. Ancak bunları İslâm ümmetinin dışına çıkarmayarak onlardan doğabilecek zararı asgariye indiriyordu. Böylece Müslümanlar aleyhine faaliyet içinde olma ihtimallerini azaltıyordu.
 
Bu siyaseti sebebiyle Allah Resûlü (s), münafıkların askerî faaliyetlere iştiraklerine genellikle izin vermiş; Müslümanlarla birlikte Mescid-i Nebevi içindeki ve dışındaki faaliyetlerde yer almalarını sağlamıştır. Onların namaz kılmaya erindiklerini biliyordu; ama bütün Müslümanların imkânları olduğu sürece namazlarını Mescid-i Nebevî de kılmalarını istediği için onlarda namazlarını onunla birlikte kılıyorlardı. Hz. Peygamber’in (s) onlara karşı tutumunda zamanla gönüllerinde imana meyledebilecekleri temennisi de vardı.
 
O, münafıkların cenaze namazlarına da katılabiliyordu. Nitekim Tebûk seferinden sonra vefat eden Abdullah b. Übey’in, iyi bir Müslüman olan oğlunun talebi üzerine kefenlenmesi için kendi elbisesini vermiş ve cenaze törenine katılarak onun için dua etmiştir. Ancak nazil olan vahiyde, Hz. Peygamber’in (s) ona yaptığı duanın İbnÜbey’i kurtarmayacağı bildirilmiştir: “(Sen), onlar için ister af dile, ister dileme! Onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları, affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah’ı ve Resûlü’nü tanımadılar. Allah, yoldan çıkan kavmi (doğru) yola iletmez.” (Tevbe 9/80).
 
Hz. Peygamber’in (s) münafıklara karşı takındığı tutum, ümmeti açısından da önemli ilke ve mesajlar taşımaktadır. Eğer Allah Resûlü (s) onlara karşı olumsuz bir girişimde bulunsaydı, sonradan gelen Müslümanlar, özellikle siyasî mücadeleler çerçevesinde birbirlerini rahatlıkla münafık olarak itham edip ümmetin dışına atmaya kalkışırlardı. Oysa kişilerin davranışlarından kesin olarak münafık olup olmadıklarını anlamak mümkün değildir. Sübjektif bir kriterle Müslümanların birbirlerini değerlendirmeleri birçok haksızlığın ve zulmün meydana gelmesine sebep olabilirdi. Hz. Peygamber’in onlara karşı tutumu, bu yönüyle ümmet için rahmet olmuştur.
 
Hz. Peygamber’in (s) münafıklıkla ilgili uyarılarını nasıl anlamak gerekir?
 
Hz. Peygamber, birçok konuşmasında münafıklardan sadır olan davranışlar sebebiyle Müslümanları uyarmıştır. Bu uyarılardan biri meşhurdur: “Münafığın alameti üçtür; konuştuğunda yalan söyler, vaat ettiğinde vaadinden döner ve kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.” (Buhârî, “Şehâde”, 28; Müslim, “İmân”, 107, 109).
 
Hz. Peygamber, bu sözleriyle bir taraftan Müslümanları bu olumsuz davranışlardan kaçınma hususunda uyarırken, diğer taraftan da bu davranışları itiyat haline getiren insanlara karşı uyanık olmamız hususunda bizi uyarmaktadır. Onun diğer hadislerini de bu çerçevede anlamak gerekir.
 
Bazı insanların zaman zaman kendilerinde olduğunu düşündükleri kötü huylar ya da yaşadıkları vesveseler sebebiyle münafık olduklarına inanmaları doğru bir yaklaşım değildir. Vesvesenin şeytanın ayartmalarından olduğu, bu düşüncelerden ve bunlara sebep olan davranış ve huylardan kaçınmamın en sağlıklı yol olduğu unutulmamalıdır.
 
Hocam, son olarak kitapla ilgili neler söylemek istersiniz?
 
Ayrıntılara boğmadan açık bir tasvir ve tasavvur ortaya koyma hedefiyle, Hz. Peygamber’i ve getirdiği mesajı tanıma ve tanıtma amacıyla hazırlamaya çalıştığım bu kitabın hedefine ulaşmış olmasını diliyorum. Yüce Rabbim hepimizi, gönlü ve ameliyle istikamet üzere olan kullarından eylesin.
 
Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim Hocam.
 
Ben de, bana Hz. Peygamber (s) dönemi vesilesiyle önemli bir sosyal yaraya temas etme imkânı verdiğiniz için sizlere teşekkür ederim.
 
Prof. Dr. Adnan Demircan Kimdir?
 
1964 yılında Mardin’in Ömerli ilçesinde doğdu. İlk ve Ortaokulu Ömerli’de, Liseyi Mardin Tarım Meslek Lisesi’nde okudu. 1987’de Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İslâm Tarihi ve Uygarlığı Bilim Dalında Yüksek Lisansa başladı. 1989 yılında Yüksek Lisansı, 1994 yılında aynı Enstitüde Doktorayı tamamladı.
 
Ocak 1992′de Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne İslâm Tarihi Araştırma Görevlisi, 1994 yılında Yardımcı Doçent olarak atandı; Ekim 1996’da Doçent, Şubat 2003’te Profesör oldu.
 
Bir süre Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Yardımcısı ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür Yardımcısı olarak çalıştı. 1994 yılından 2011 yılının ortalarına kadar İslam Tarihi ve Sanatları Bölüm Başkanlığı görevini yürüttü.
 
Çalışmalarını İslâm Tarihinin ilk dönem siyasî tarihi, özellikle de muhalif gruplar üzerine yoğunlaştıran Demircan’ın yayımlanmış birçok kitabı ve makalesi bulunmaktadır. Ayrıca İstanbul’da çıkmakta olan aylık Vuslat Dergisi’nde düzenli olarak İslam tarihi ile ilgili makaleleri yayımlanmaktadır.  
Editör: TE Bilisim