"Gelecek 10 yıl Türkiye için epey zor geçecek. Küresel krizin şiddetiyle birlikte ekonomik iyileşmenin son bulması ve AB'yle müzakerelerin durma noktasına gelmesi ihtimali, bu meseleleri öteleyen AK Parti'nin altını oyabilir. AK Parti'nin silinmesinin yaratacağı boşluğu daha milliyetçi bir hükümetin dolduracağıysa kesin gibi..."

Prestijli Amerikan düşünce kuruluşu Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi (Center for Strategic and International Studies - CSIS) önceki gün yayımladığı 100 sayfalık Türkiye raporunda, Türkiye’nin iç siyasetini, AB, ABD ve Ortadoğu’yla ilişkilerini ve bir ‘enerji köprüsü’ olarak rolünü masaya yatırarak ABD Başkanı Barack Obama’ya ikili ilişkiler için çeşitli tavsiyelerde bulundu.

1962’de kurulan CSIS’in ‘Türkiye’nin Gelişen Dinamikleri’ başlıklı raporunu bizzat eski başkanlardan Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski ve yine eski başkanlardan Gerald Ford’la George Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Brent Scowcroft yaparken, Amerika’yla Türkiye’nin ‘ayrılmaz müttefikler olduğu ve ilişkilerin herhangi bir sebepten dolayı bozulması durumunda iki ülkenin de dış politika hedeflerinin önemli zarar göreceği’ vurgulandı.

Bu çerçevede, önümüzdeki hafta Türkiye’yi ziyaret edecek Obama’ya 1915 olaylarını ‘Ermeni soykırımı’ olarak tanımaması tavsiye edildi; Türkiye’nin AB’yle üyelik müzakerelerinin çökmesinin Amerikan çıkarlarına ters olacağı, Türk siyasetinin belirsizliğin hâkim olduğu bir geçiş sürecine giriyor olabileceği belirtildi; Türkiye’nin enerji köprüsü olarak Amerika ve genel olarak Batı için sahip olduğu öneme dikkat çekildi.

Her birini ayrı bir yazarın kaleme aldığı ve iç siyaset, AB’yle müzakereler, Ortadoğu’yla ilişkiler, Rusya-Karadeniz-Kafkaslar-Orta Asya’daki stratejik değişimler, enerji yolları ve ABD-Türkiye ilişkilerine dair bir değerlendirme olmak üzere altı bölümden oluşan raporun geniş özetini bugünden itibaren Radikal’den okuyabilirsiniz.

Kuruluşun Türkiye programı direktörü olan Bülent Alirıza’nın yazdığı ‘Türkiye’nin Değişen Dinamikleri’ başlıklı ilk bölümün anahatları şöyle:

Nispeten uzun bir istikrar döneminin ardından Türk siyaseti, dış politikada potansiyel bir belirsizliğin de eşlik ettiği geniş safhalarından birine giriyor olabilir. Ülkeyi altı yıldır yöneten AKP ilk başta 2000-2001’de çöküş yaşayan ekonominin düze çıkarılması sürecinin devamına ve AB’yle üyelik müzakerelerinin başlatılmasına odaklandı. Böylece siyasi desteğini, toplumun liberal unsurları da dahil genişletmeyi başardı. Bununla birlikte, İslamcı kökleri Türkiye’nin katı laik yapısıyla zorlu bir ortak hayatı beraberinde getirdi. AK Parti ilk döneminin büyük kısmında laiklik savunucularıyla açık sürtüşmeden kaçınsa da, bir üyesini cumhurbaşkanı seçmeye karar verdiği Nisan 2007’de zorluklar yaşadı, 2008’de de kapatma davasıyla adeta bitişin eşiğine geldi.

AK Parti hâlâ en popüler parti, fakat yaşadığı tecrübelerle ıslah edilmiş durumda ve gelecekteki yönelimi konusunda emin olmayan bir görüntü veriyor. Büyüyen dini hissiyatı yansıtıyor ve güçlendiriyor olsa da, çoğunluğunu laikliğin sert kenarlarını törpülemek yönünde kullanmaktan alıkonulmuş görünüyor. Kapatma davasından beri Başbakan Tayyip Erdoğan, laikliğin muhafızı olan Genelkurmay’a, bilhassa da Kürt sorunu ve ayrılıkçı terörist tezahürlerinin nasıl ele alınacağı gibi kritik bir meselede, yaklaşma tavrı içinde. Erdoğan, AB için gerekli reformların sonraki aşamasını erteleyerek liberal destekçilerini düş kırıklığına uğrattı. Desteğini sürdürmek için Erdoğan, son dönemde ABD ve Batı karşıtı hissiyatın yükselişiyle güçlenen milliyetçilikle bağ kurma çabalarını artırdı. Fakat AKP’nin ABD, AB ve uluslararası finans çevreleriyle uzlaşma arama sicili, partiyi milliyetçi kanadından gelen meydan okumaya karşı (özellikle küresel kriz ekonomyi etkilemeye başlarken) kırılgan hale getiriyor.

Kapatma davası reformu vurdu

1997’de ordunun Necmettin Erbakan liderliğindeki koalisyonu istifaya zorlamasının ardından İslamcı hareket ağır darbe yemiş görünüyordu. Refah Partisi’nden kopanların kurduğu AKP, başından itibaren İslamcı etiketi reddetti. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi, AK Parti’yle laik sistem arasındaki zorlu bir arada yaşamı sarstı. Genelkurmay sert bir bildiri yayımlarken, AK Parti erken seçime giderek desteğini teyit etti ve çoğunluğunu Gül’ü seçmek için kullandı. Genelkurmay bildirisine yönelik kızgınlık AK Parti’nin ikinci genel seçim zaferini kolaylaştırdı. Bununla birlikte AK Parti’nin hâkimiyeti, diğer partilerin zayıflığının da yansımasıydı. AK Parti’nin başlıca muhalifleri, etkili liderliğin ve değişen siyasi manzaraya ayak uydurma yeteneğinin yokluğunda çakılıp kaldı. Erdoğan ikinci zaferinin ardından yeni anayasa hazırlanması için bir ekip toplarken bu çalışmaya, Türkiye’nin ‘ilk sivil anayasasını’ kabul etmesi gerektiğine dair yorumlar eşlik etti. Yakın mesaidaşlarından birine (Dengir Mir Mehmet Fırat) göre başbakan başörtüsü meselesini ‘yeni anayasada herkese eşitlik ve yüksekeğitim hakkı’ sağlayarak halletmeyi planlıyordu. Ama başörtüsü meselesini ayrı bir yasayla çözmeyi tercih etti. AK Parti karşıtları bunu laikliğe tehdit olarak niteledi ve Anayasa Mahkemesi yasayı iptal etti. Bu yasa kapatma davasının da başlıca gerekçelerden biriydi.

AK Parti kapatılmadı, fakat bu ‘laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı’ olduğu sonucunu engellemedi. Böylece mahkeme AK Parti egemenliğindeki Meclisi’n yasama gücünü budamanın yanında, faaliyetleri nedeniyle her an yeni bir kapatma davasına tabi olabileceğini işaret ederek manevra alanını sınırladı. Partinin Anayasa’yı değiştirme ihtimallerini de azalttı.

AK Parti’nin güçlü noktalarından biri geçmişteki iktidarları sarsan bölünmeleri önlemesi. Erdoğan partisinin birliğini sıkı sıkıya devam ettiriyor olsa da, AK Parti’nin siyasi yerçekiminden muaf kalamayabileceğine dair işaretler var. Gül’le Erdoğan arasındaki ilişkide yıpranma alâmetleri söz konusu. Abdüllatif Şener yolsuzlukla mücadeledeki etkisizliği gerekçe gösterip ayrıldı. Bülent Arınç’ın da partinin ana ilkelerinden saptığına dair rahatsızlık içinde olduğu söyleniyor.

Erdoğan medyada yer alan Deniz Feneri gibi usulsüzlük ve yolsuzluk iddialarına karşı çok sert tepki gösteriyor. Aslında bütün eleştirilere karşı tahammülsüzlük Erdoğan’ın alâmeti farikası haline geldi ve medya sahiplerine şahsen saldırarak ve eleştirel gazetecilerin akreditasyonlarını iptal ederek medyayı fiilen otosansüre zorluyor.

Görünen o ki AK Parti, AB’nin sivil özgürlüklerin yanı sıra Kürtler, dinsel azınlıklar ve Kıbrıs gibi diğer hassas meselelerde talep ettiği adımlara bağlı ülke içi bedelleri göze almaya gönülsüz. Kıbrıs’ta ciddi ilerleme olmazsa AB’yle müzakere sürecinin durma noktasına gelmesi beklenebilir. AK Parti, bu cephede ilerleme olmasa bile kuşkusuz uluslararası politikadaki önemli konumunu sürdürecek. Ancak AB cephesindeki durmanın iç siyasette olduğu kadar ekonomi üzerindeki olumsuz etkileriyle de baş etmek zorunda kalacaktır.

Dindarlık artıyor, pekişiyor

1923’ten sonra ortaya konulan katı laikleştirme programı uyarınca İslam’ın rolünü azaltmak yönünde daimi bir çaba söz konusu oldu. Fakat dindarlık evlerde ve yeraltına inerek hayatta kalan tarikatlarda devam etti. Çok partili hayata geçilmesinden sonra dini hissiyat tekrar siyasette arz-ı endam etti. Gelinen noktada AK Parti’nin iktidarı kazanma ve koruma yeteneği, dindarlığı yansıtıyor ve pekiştiriyor. AK Parti tecrübesi katı laik sistemin dinin siyasetteki etkisine kendiliğinden ayak uydurmaya mecbur kaldığını ve yeni bir ulusal konsensüsün yokluğunda durumun istikrarsız olduğunu gösteriyor. Gülen hareketinin tabanı ve etkisi AK Parti’yle paralel. İkisi Türk laikliğinin keskin köşelerini törpülemek konusunda ittifak yapsa da, farklar da var. Gülen AK Parti’den farklı olarak doğrudan iktidardan ziyade, ülke içi ve dışındaki nüfuzunu genişletmeye odaklı. Gülen’in 1997 darbesini kınamaktan kaçınması, hareketin sistemi çatışarak değil, içten değiştirmeyi amaçlayan uzun vadeli bir stratejiye sahip olduğunun göstergesi.

Ordu müdahaleye isteksiz

Türk Silahlı Kuvvetleri devleti köktendincilik ve ayrılıkçılığa karşı savunma görevini çok ciddiye alıyor. İslamcıların hızlı yükselişi laik sistemin belkemiği olan Genelkurmayı ikilemde bırakıyor. AK Partihükümetinden ve laikliğe meydan okuyarak artan dindarlığın siyasi tezahürlerinden rahatsız olsa da Genelkurmay kitle desteğine sahip bir partiyle çatışmaya isteksiz. Dahası modern Türkiye Kemalizm’in ilkelerine artık sığmıyor olabilirse de, AK Parti Kemalizm’e doğrudan meydan okuma riskine girmek istemiyor.

Türk toplumu Genelkurmay’ın askeri alanın ötesinde oynadığı rolle ilgili karışık duygular besliyor. Ancak derin devlet denen yapının faaliyetleriyle ilgili endişe de duyuyor. 1971 ve 1980 darbeleri sonrası ezilen solcular, 1984-99 döneminde faili meçhul cinayetlere kurban giden Kürtler ve bilhassa 1997 darbesine maruz kalan İslamcılar derin devleti genelkurmayın karanlık bir uzantısı olarak görüyor. Derin devletin savunucularıysa devleti iç ve dış düşmanlara karşı korumak için vazgeçilmez bir araç olarak. Bu bakımdan Ergenekon davası önemli.

Kürt seçmeni kaybetti

Türkiye’nin dikkati PKK’nın terörist saldırılarına yoğunlaşsa da, Kürt sorunu devletin köklerine kadar uzanıyor. Aslında PKK, asimilasyona direnen hatırı sayılır bir etnik azınlığın oluşturduğu daha büyük bir sorunun ciddi bir semptomundan ibaret. PKK’nın Türk ordusunun çabalarına rağmen hayatta kalma ve yandaş toplama yeteneğini koruması, Kürtlerin yabancılaşmasına ve ayrımcılık ve ekonomik geri bırakılmışlık karşısındaki kızgınlığına delalet ediyor. Önceki iktidarların çözümü bölgesel ekonominin geri kalmışlığına indirgeyen tutumunu bir yanıyla sürdüren AKP’nin Kürt stratejisi, gelişme ve İslam dayanışmasını öngörüyor. Ekonomik girişimleri artıran AKP, DTP’nin bölgedeki gücünü de kırmayı hedefliyor. Ancak mali kriz bölgeye ayrılan fonları azaltacaktır ve ekonomik gelişmenin tek başına Kürtlerin kültürel ve siyasi dışlanma hissiyatını ortadan kaldıracağına dair pek fazla dişe dokunur gösterge yok.

AKP hükümeti iki hedefi arasında bir ikilemle karşı karşıya: Etnik bölünmeleri yumuşatmak ve PKK terörizmine askeri çözümü desteklemek. Erdoğan son dönemde sertleşen açıklamaları, güneydoğudaki seçim başarısını riske atsa bile orduyla aynı safı seçtiğini gösteriyor. Ancak bu sertleşen tutum Kürt seçmeni bölgede ve İstanbul gibi büyük şehirlerde AKP’den uzaklaştırır.

Bu arada bir yandan güneydoğusunda tutumunu sertleştiren AKP, diğer yandan Iraklı Kürtlerle işbirliğini artırma yönünde temkinli adımlar atıyor. Fakat AK Parti’nin güneydoğu politikalarının gidişatı ve Iraklı Kürtlerin Türkiye’deki Kürtler için örnek oluşturmasından duyulan endişe, Bölgesel Kürt Yönetimi’yle daha yakın ilişkileri muhtemelen engelleyecek.

Küreselleşme yine belirleyici

2002’deki seçim zaferinde ekonomik krizin katkısını gören Erdoğan, küresel mali krizin ‘Türkiye’ye teğet geçeceğini’ iddia etti. Fakat son anketler halkın krizin etkilerini hissetmeye başladığını ortaya koyuyor. Bununla birlikte AK Parti hükümeti henüz IMF’yle anlaşma yapmış değil ve bu gecikmenin ne kadar büyük bir siyasi bedel getireceğini zaman gösterecek. İronik olan şu ki, Türkiye küresel ekonomiyle entegrasyon sayesinde büyük ilerleme kaydetti, fakat şimdi muhtemel ekonomik sorunlarının nedeni de küreselleşme olacak. Mevcut fırtınayı IMF’nin yardımıyla göğüslemek zorunda kalacak ve genç nüfusuna daha iyi günlerin gelmesi için küresel krizin bitmesini bekleyecek.

Hoşgörü azalacak

1989’daki ANAP’la AK Parti arasında benzerlikler bulunabilir. 1983 ve 1987 genel seçimlerini kazandıktan sonra ANAP 1989 yerel seçimlerinde ciddi darbe yemiş ve bu, partinin egemenliğinin bitişinin habercisi olmuştu. ANAP’tan beri tek başına iktidar olan ilk parti olan AK Parti, Mart 2009 yerel seçimlerinde birinci çıksa da, 2007’de kazandığı yüzde 47’lik oy oranını tutturamayabilir. Gerileme büyük ölçüde ekonomik krizden kaynaklanacak. Ancak AK Parti’nin başörtüsü meselesinde adım atmak veya Kürt sorununu çözmek konusunda aciz görünmesi, kapatma davası sonrası ‘gözlem altında’ tutulması, dikkat çekici iç uyumuna zarar veriyor. Aynı zamanda uzun zamandır iktidarda olmanın yıpratıcı etkileri, bilhassa da yolsuzluk iddialarıyla kendisini gösteriyor. AK Parti hâkimiyeti hemen bitmeyecek, fakat CHP, MHP ve SP’nin AK Parti’ye desteğin azalışından fayda sağlaması neredeyse kesin. Birçok Kürt seçmen Erdoğan’dan uzaklaşmış görünüyor.

Türk siyasetinin gidişatını büyük oranda ülke dışı değişkenler, özellikle de küresel krizin şiddeti ve AB belirleyecek. Ekonomik iyileşmenin bitişinin ve AB sürecinin sonunun denk gelmesi, bu iki meseleyi iktidarı elde tutup pekiştirmek için öteleyen AK Parti’nin altını oyacak. Sürecin sonunda AK Parti’nin silinmesiyle ortaya çıkacak olası boşluğu, iç ve düşmanlara karşı tavrında muhtemelen daha da milliyetçi olan bir hükümetin dolduracağı kesin gibi görünüyor. Sağa doğru kaçınılmaz dönüşün boyutunu, ekonomik gerilemenin şiddeti ve iç tepkiler belirleyecek.

Keskin ideolojik ayrımların yokluğu, 1970’lerin kaosuna dönme ihtimalini ortadan kaldırıyor, fakat güneydoğuda ve kalabalık Kürt azınlığın yaşadığı büyük şehirlerde Kürt-Türk çatışmaları yaşanabilir. Ülke nispeten refah içindeyken AK Parti için yönetmek kolaydı. Pastanın küçülmesiyle birlikte işsiz Kürt gençlerin PKK’ya katılma ihtimali artabilir veya Türk muadilleri aşırı milliyetçi çetelere yönelirken, PKK’ya sempatilerini daha açık sergileyebilirler. Vaktiyle paramiliter grupları seferber eden MHP’nin liderinin coşturucu karizmadan yoksun olması ve Erdoğan’ın vatansever söylemi sürekli kullanması, Türk milliyetçiliğinin kaynama noktasına gelmesini engelleyebildi. Erdoğan, AK Parti liderlerinin büyük kısmını yönlendiren Milli Görüş’ün merkezindeki Türk-İslam sentezinden besleniyor. Fakat eninde sonunda karşısında milliyetçiliği İslam’dan daha çok vurgulayan yeni bir milliyetçi politikacı bulacak.

AB’ye yönelik umutların azalması, Türkiye’yi Kürtlere, Alevilere ve gayrımüslim azınlıklara karşı daha hoşgörüsüz, muhalefete ve ifade özgürlüğüne daha kapalı bir ülke haline getirebilir. Özellikle Kürt sorunu ve diğer bir dizi meselede ordunun rolü, politika tercihleri bakımından daha da önemli bir belirleyici haline gelebilir. Laik devletin savunucu olarak genelkurmay kendisini Türk milliyetçiliğinin ana çekirdeği olarak görüyor ve zayıflayan bir AKP veya halefleri yönetim kabiliyetlerine gizli-açık milliyetçi tehditler konmasını kabul ederse darbe düzenlemek için daha az nedeni olacaktır. İç politikanın şekli ne olursa olsun halk dindar olmayı sürdürecektir ve AK Parti’den sonra kim gelirse gelsin bu gerçeği kabul etmek zorunda kalacak.

ABD’yle gidişat 24 Nisan’a bağlı

Türk siyaseti ülke içi tansiyonun muhtemelen yükseleceği sağı solu belirsiz bir safhaya girerken, Washington ve Ankara’nın önündeki kilit güçlük, işbirliği alanlarını asgariye çıkarmaya çalışırlarken, milliyetçileri, İslamcı eğilimleri ve Batı karşıtı hissiyatı güçlendirecek bir krizden kaçınmak olacaktır. Yakın vadede kilit değişken, 20 yıldır ilişkilerin üzerinde Demokles’in kılıcı misali sallanan Ermeni soykırımı meselesi. Barack Obama ‘soykırımı tanıma’ vaadini seleflerinden daha güçlü şekilde dile getirdi ve tasarının geçmesine göz yumması veya başkanlık açıklamasıyla soykırımı tanıması gerçek bir tehlike gibi görünüyor. İki durumda da Türkiye’nin tepkisi çok sert olacaktır ve bu da ne kadar süreceği belirsiz zor bir dönemin garantisi. Bu nedenle Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerindeki müstakbel gidişatı, bu sorunun mevcut tezahürü Nisan 2009’da çözülene dek, tam olarak kestirmek imkânsız.

ABD’nin Türkiye’nin aşırı yüklü iç siyasetine bulaşmaktan kaçınması gerekecek. Bush yönetiminin AK Parti’ye yönelik kucaklayıcı tavırdan, kapatma davası sırasındaki tarafsızlıkla daha yapmacık bir tutuma evrilmesi bütün Türk siyasi liderlerin uzaklaşmasıyla neticelendi. Laiklerle AK Parti arasındaki mücadele bir süre daha sonuçsuz devam ederse, ABD’nin ilgili beyanları Türkiye’nin iç işlerine mazur görülmez müdahale olarak algılanır. Washington, demokratik ilkeleri ve hukukun üstünlüğünü takip eden liderlerle çalışmayı tercih edeceğini açıkça dile getirse bile, Türk siyasetinin kırılgan ve kestirilemez olmayı sürdüreceğini kabul etmeli.

Ankara’da daha milliyetçi veya askeri bir liderliğin arzı endam etmesi ittifakın tehlikeye gireceği anlamına gelmez. Bu tür hükümetler genelde daha izolasyoncu olsa da, ilişki kalıcı ortak çıkarlar üzerinden sürdürülecektir. Fakat alenen İslamcı bir Türkiye işbirliğini daraltıp, ABD’nin politikalarına özellikle Ortadoğu’da meydan okuyabilir. Türkiye iç veya ekonomik sorunları nedeniyle parçalanmaz, fakat gelecek 10 yıl bu mühim ülke için zor. AB sürecindeki artan zorluklara, ABD-Türkiye ilişkilerindeki sorunlara, Türkiye kamuoyunun ABD’ye yönelik olumsuz tutumuna ve Ermeni meselesinin içerdiği tehlikeye rağmen, Türkiye’nin Batılı uluslar topluluğuna bağlılığını ciddi şekilde sorgulaması pek olası değil. Bazı geleneksel nüfuzlarını başbakanlığa kaptırdıkları söylenen genelkurmayın ve Dışişleri’nin rolü, dış politikadaki popülist değişimlere karşı denge unsuru olmaya devam ediyor ve Batı yanlısı yönetimin sürmesine yardımcı oluyor.

Radikal

Editör: TE Bilisim