Papatya Yayınlarından Mustafa Turan’ın "Destanlaşan Çanakkale"  kitabında anlatılanlara göre, yıllar önce eğitim sistemimizi incelemek üzere Japonya’dan bir heyet Türkiye’ye gelir. İnceleme tamamlandıktan sonra MEB yetkilileri, Japon heyetinden hiç beklemedikleri bir tepki almıştır. Konuk heyetin, dönemin Başbakanı rahmetli Turgut Özal’ın huzurunda dile getirdikleri acı gerçek şöyledir: “Türk eğitim sisteminde milli ruh yok...”
Sonra şöyle devam etmişler:
“Biz, eğitime şok testler uygulayarak başlarız. Önce çocukları uçak kadar hızlı giden trenlere bindirir ve çok katlı yollardan geçiririz. En üstün teknolojiyi gösterir, robotlarla çalışan dev fabrikalarımızı gezdiririz. Bu baş döndürücü teknoloji karşısında sarsılan ve şoke olan çocuklarımıza deriz ki:  -İşte gördüğünüz bu hızlı trenleri ve üstün teknolojiyi sizin atalarınız yaptı. Eğer siz daha çok çalışırsanız daha hızlı giden ulaşım araçları yapar, daha üstün teknoloji meydana getirir, daha modern fabrikalar kurarsınız... Sonra çocuklarımızı Hiroşima ve Nagazaki'ye götürüp düşmanın harap ettiği bölgelerimizi gezdirir ve bu defa da deriz ki: -Bakın, eğer siz birlik beraberlik içinde çalışmazsanız, işte düşmanlar sizin ülkenizi yakar, yıkar, bu hale getirirler. Ama birlik beraberlik içinde çalışırsanız, güçlü olursunuz, düşmanlarınız size saldırmaya cesaret edemezler. Artık birlik beraberlik içinde çalışmak ve çalışmamak konusunda kararınızı siz verin...  Bu örneklerle çocuklarımız kendilerine gelerek iyi ve çalışan bir Japon genci olma yolunda milli bir şuur ve heyecanla okumalarını sürdürür."
Bunun üzerine bizimkiler, Japon heyetine bir soru yöneltilir: "İyi de bizim Hiroşimamız, Nagazakimiz yok ki?"
Japonların cevabı şöyle olur: "Sizin Çanakkaleniz var!"
HİROŞİMA’DAN DAHA ETKİLİ
Çanakkale zaferini burada anlatmakla bitiremeyiz. Dünyanın en güçlü devletleri bir olup topyekun saldırıya geçmiş ama hedeflerindeki İstanbul’a varmayı başaramamışlar. Çanakkale’de öyle bir destan yazılmış ki, Türkiye’nin geleceği için işte o ruhun canlı tutulması lazım. İnsanlarımız Çanakkale’ye işte o hislerin yaşatılması için götürülmesi lazım. Bugün özellikle belediyeler turlar düzenleyerek birçok vatandaşı Çanakkale’ye taşıyor. Ancak önemli olan, binlerce şehidin yattığı bu mekana taşınan insanlara o günleri hafızalarında yer edecek şekilde anlatabilmek, yaşatabilmek… Aksi halde, turistik bir gezi anlayışıyla yapıldığında bu ziyaretlerin Çanakkale Zaferi’nin ruhuna çok da hizmet edeceğini söyleyemeyiz, belediyelerimize duyurulur…
ÇANAKKALE ZAFERİ ŞÖYLE KAZANILDI
 
Çanakkale Savaşları’nın, o günün fiziki şartlarıyla kazanılması mümkün değil. Her yönüyle düşman tarafı çok üstün. Son savaşlarından yenilerek çıkmış ve “hasta adam” yakıştırmasıyla hor görülen Osmanlı’nın böyle bir savaşa dayanmasına bile ihtimal verilmiyordu…

Peki ne oldu da, “birkaç haftada biter” gözüyle bakılan, ancak tüm imkansızlıklara rağmen 8 ay düşmana karşı aslanlar gibi mücadele edilen Çanakkale geçilemedi?    

Daha önce de yazmıştım ama okuyamayanlar için yeniden hatırlatmak istiyorum. Çanakkale, bunun için geçilememişti:

>>Kayıp sayısı o kadar artıyor ki, artık seferberlik için yaşa değil kiloya bakılıyor. 45 kilogramın üzerinde herkes askere çağrılıyor. Ve gidip dönmeme ihtimaline karşın kendini kilolu göstermek için uğraşan gençler, askerlik çağı gelmemesine rağmen ilgili makamlara akın ediyor…

>>Savaşların bitiminde yabancı bir gazeteci Atatürk’le röportaj yapıyor. “Çanakkale Savaşları sırasında anlatılacak binlerce bireysel zafer var. Ama Conk Bayırı’ndaki bir başka” diyen Atatürk, röportajda şunları anlatıyor:
 
“ …siperler arasında mesafemiz sekiz metre, ölüm kesin… Birinci siperdekilerin hiçbiri kurtulamıyor, ölüyor, ikincidekiler onların yerine geçiyor. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir fütur bile göstermiyor; sarsılma yok! Okumak bilenlerin elinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet getirerek Allah Allah nidalarıyla taarruza geçiyorlar. Emin olunuz ki, Çanakkale Savaşlarını kazanan bu yüksek ruhtur…”       

BU İNANÇ KAYBEDİLMEMELİ

1-Sisli bir Nisan sabahı 57. Alay komutanı araziye yayılmış beyazlıklar görür ve takım komutanına bu beyazların ne olduğunu sorar. Takım komutanı, sabahleyin düşmana hücum emrini almış 57. Alay'ın, Rablerinin huzuruna temiz çıkmak için çamaşırlarını yıkadıklarını söyler; bu beyazlıklar, onların ak niyetleridir, der. Ertesi gün bütün alay, birkaç gazi haricinde komutanları dahil şehit olur Hakk'a kavuşurlar…

2-KocadereKöyü’nde büyük bir sargı  yeri kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, Kimi Adıyamanlı, Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor...

Bunlardan biri Lapseki’nin Beybaş köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.

"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım... Arkadaşıma ulaştırın..."
 
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: "Ben... Ben köylüm Lapseki'li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım... Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin…"
 
"Sen merak etme evladım" der komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar.

Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözü de "söyleyin hakkını helal etsin" olur...
 
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. 

Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine ne de göz yaşlarına engel olamaz...
 
PUSULADAKİ NOT ŞÖYLEDİR: "Ben Beybaş Köyü’nden arkadaşım Halil'e 1 Mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim..."